“Boşluk ancak dinle doldurulabilir”
Paris saldırısındaki bir terörist
VI- Kutsalın Geri Gelişi mi ?
Din- aydınlanma ilişkilerini ve bunun günümüzdeki yansımalarını en iyi tahlil edenlerden biri olarak Marcel Gauchet modern zamanların başındaki temel kırılmayı şöyle betimleyecektir: “Yüzyıllar boyunca yaşamın her alanını tanrıyla ilişkilendirdik. Ne zaman, ne mekan, ne gündelik yaşam ne de herhangi bir yasal otorite tanrıyla ilişkilendirilmeden bir anlam kazanmadı. Din, her varlığın her bilincin temelini oluşturuyordu, toplumları ve politikayı yapısallaştırıyordu ama uzun bir sekülerleşme döneminden sonra kutsalın hatırasını bile kaybettik”.
Evet, modern zamanlar öncelikle tanrıya yer üzerindeki işlerinden el çektirildiği ve bu tarafın yönetiminin insan aklına devredildiği bir dönem olacaktır. Kuşkusuz coğrafi-teknolojik düzeyde dönüşümler tüm belirleyiciliği ile yaşanacak ama hemen onunla birlikte zihinsel ve ruhsal dünyadaki çatırdamalar ve kozmosu yeni algılama biçimleri modern zamanları vizyona taşıyacaktır. İnsan aklı, tanrısal aklı ikame etmeye hazır olacaktır artık. Copernicus ile birlikte dünyanın güneş sisteminin merkezinde olmadığı anlaşılacak, tanrı merkezi konumunu kaybetmeye yüz tutacak ama sanki bu hayal kırıklığı insanın aklı eşliğinde ondan boşalan yeryüzü tahtına talip olması ile dengelenmeye çalışılacaktır.
Yer üzeri artık kutsalsızdır. Siyasa inançsızdır. Aydınlanmanın, ardından kapitalizmin, önce bireyci sonra hiper bireyci demokrasinin ve nihayet artık “afyonsuz” halkların iktidarda olduğu ve kutsalın sadece siyasal düzeyde değil bireysel düzeyde bile dışlandığı marksizmin egemen olduğu coğrafyalar da insan aklı ile, teknolojili bilimi ile mağrur tek başına tahttadır artık.
Yaşam bu tarafta ve sadece bu tarafta anlamlıdır artık. Öte tarafın en azından formel düzeyde anlatacak bir şeyi kalmamıştır.
Gördük ki XX. yüzyıl boyunca “bin yıllık tahayyüller” faşizan olsun, Marksist veya kapitalist olsun, daha önceki “kutsallı bin yıllık hayallerin” tersine tüm insanlara aklın yönetiminde sonsuz bir yer üzeri cenneti vadedecekti. Cennet bunların tümünde, bu tarafta, teknolojili bilim ile inşa edilecekti aslında. Ve bu evrensel tez nihayet 19. yüzyıldan itibaren şiddetli eleştirilere uğramaya başlayacak, evrensel aklın ürettiği tahayyüllerin aslında nasıl bir “boşluk” (néant) oluşturdukları XX. yüzyılın başlarından ortalarına doğru giderek daha net algılanmaya başlanacaktı. Faşizm ve komünizm deneyleri Auswich1 ile birlikte anlamın anlamsızlığında insanlığa neredeyse bilinç kaybı yaşatırken, iki kez kullanılabilen tümden yok edici silah (nükleer) asıl olanın artık Nietzscheyen anlamda bir tükeniş ve boşluk olduğunu düşüncelere kazımaya başlayacaktır (Jonas, 1994: 8).
Yazınsal düzeyde ama özellikle artistik platformlarda, örneğin anti romanla veya soyut sanatla boşluğun ve hiçliğin anlatısı başlamıştır bile. Örneğin Marcel Duchamp sanatın yokluğunu anlatmaya soyunacaktır. Tümden inançsızlığına sanatı dahil edecek, sanata inanmadığını söyleyebilecektir. Artık önemli olan, aslında önemsiz olan değil midir diye soracaktı Duchamp. Aklın yok edici dünyasında, olmayan gerçeğin sanatını nasıl yapmamı istiyorsunuz ki diye üsteleyecekti. Hatta şöyle yazacaktır bir yerlerde: “anlam cümlelerin kuruluşunu bile zor hale getiriyor. Her bir fiil gördüğümde bu bana bir anlam düşündürüyor ve o zaman fiili dahi ortadan kaldırmak istiyorum.”
Rasyonel Olanın Alternatifinde Tüm Anlamları Sıfırlamak…
Sanatın tek işlevi bu olmalıdır Duchamp için.
Aynı dönemlerde Valéry “insanlığın tarihinde belirsizliğin böylesine egemen olduğu bir dönem hiç yaşanmamıştır diyecek ve Nietzsche’nin yüzyılın başındaki tespiti akıllara düşecektir: “Eskimiş ve immoral (ahlaksız) bir değerler dünyasına denk düşmektedir artık bugünün dünyası” diye not düşecektir Nietzsche Güç İstenci’nde (Nietzche, 2010: 121).
İlerlemeci, teknolojili insanlığın durumunu yine Nietzsche daha o zamandan şöyle tanımlamayacak mıdır: “Aslında her önemli yükselişle birlikte olağanüstü bir ufalanma ve göçüp gitme gelir. Çöküşün semptomları olan çile, olağanüstü ilerlemelerin zamanına aittir; insanlığın her verimli ve güçlü hareketi de aynı zamanda bir nihilizm hareketi yaratmıştır. Pesimizmin en aşırı biçimi olan hakiki nihilizm dünyamıza gelişi çok önemli ve başlıca bir büyümenin ve yeni varoluş koşullarının dönüşümünün işareti olabilir. Benim bundan anladığım budur (Nietzche,2010:98).
Ve devam edecektir; “İlerlemeye inanç zekanın daha düşük seviyelerinde yükselişteki bir yaşam gibi görünmektedir; ama bu kendi kendini aldatmaktır; çünkü zekanın daha yüksek seviyelerinde inişteki bir yaşam gibi görünür”.
Nietzche’nin deyişi ile bu pesimizm, kötümserlik, yararsızlık korkusu, boşluk, nihilizm, Duchamp’ın “sanat dahi yoktur”u ile birleştiğinde bugünün temelde “anlamsızlığın somutlaşması” olarak değerlendirilmesi kaçınılmaz olmayacak mıdır?
Ve o zaman boşluğun (néant) doldurulması ve anlamsızlığın anlamlandırılma arayışları kaçınılmaz olacaktır.
Hatta tekrar eski olan ve kim bilir belki hiç eskimemiş olana geri dönerek…
Kutsal olanı tekrar ve tekrar yeryüzüne çağırarak. Umutsuzluğa umut bulma umuduyla, hiçliği yok etme isteği ile…
Tüm sakıncaları ile birlikte onu yer üzerine yani bireysel ve toplumsal yaşantılara dahil etmeye çalışarak. Hatta onun yöneticiliğini ontolojik düzeyde yeniden tescil ederek.
Kutsal bugün bir anlamda ilk bininci yıl rüyaları gibi söz konusu boşluğun doldurulmasına talip olmaktadır tekrar.
Geçmişe dönmek ve kutsalın referansı ile yeni baştan ama eski dünya mı inşa edilmek istenmektedir?
VI- Din Savaşları
Nietzsche 19. yüzyılın sonunda “tanrının öldüğünü” ilan ederken, Duchamp da 20. yüzyılın ilk yarısında “total bir anestezi arıyorum” demiyor muydu?
Total anestezide, yitirilen bilinçte iyi yoktur. Kötü de yoktur.
İki büyük tek tanrılı din 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren “tanrının ölmediğini” ilan edip anesteziden çıkışın yollarını göstermeye soyunacaklardır. Kutsal, siyasaya geri dönerek boşluğu doldurmaya taliptir artık.
Örneğin Reagan ateizmin resmi kalesini zamanın S.S.C.B’sini tuhaf bir tesadüfle mi “kötünün egemen olduğu imparatorluk” olarak tanımlayacaktır. Siyasa kötü ve iyi ile anlamlandırılmaya çalışılacaktır bundan böyle. Bilim ve akılla değil siyasaya metafizik ile yön verilme süreci başlayacaktır artık. Bu perspektifte kuşku yok ki kötü öncelikle tanrının olmadığı bir dünyadır. Reagan da Sovyetleri kötünün merkezi olarak tanımlayacaktır. Dünyaya apokaliptik bir perspektiften bakmak imkanı doğmuştur artık.
Sürrealin optiğinden algılanacaktır nerede ise dünya böylece. Atom bombası en son ve kıyamete gidecek savaşı başlatacaktır. İnsanlık tarihinin sondan bir evvelki durağı dinsel bir perspektif içinde somutlaşacaktır böylece. Doğru olan budur ve inananlar kötüye karşı korunmalıdırlar. Modern dünyanın tam merkezinde aklın ürünü dehşetin silahı, iki bin yıllık kutsallı bir optikte anlamlandırılacaktır. Kıyametten önce İsrailoğulları’nın kadim topraklarda varlığının şart olduğu da buradan bakıldığında doğal karşılanacaktır.
Siyasetin dünyası iktisadın dünyası tarafından belirleniyorsa, o da kutsalı yardımına çağıracaktır. İktisadın yönetimindeki siyaset kutsalla garip bir ilişkiye girecektir artık.
Baba – oğul Bush da şeytanı siyasaya geri getirecek. Ağırlıklı olarak iktisadi motifli Orta Doğu savaşlarına kutsalın apokaliptiğini geri çağıracaktır. Saddam Hüseyin’e cehennemi bir savaş vadeden Bush, neredeyse İşaya’dan örnek alıp şöyle seslenecektir Iraklılara: “Babil’den çıkın”. Humeyni ve Saddam da diğer tek tanrılı dinin aktörleri olarak böylece bol şeytanlı siyasetle kutsalın geri çağırılması ayinlerine katılacaklardır. Herkes “Deccal”dır bundan böyle. Babil her yerde olacaktır artık (Barnavi, 2006: 46).
Humeyni’nin dönüşü Foucault ve bir kesim sol tarafından salt siyasi ve iktisadi bir eylem olarak onaylanacak ve alkışlanacaktı. Sol, kutsalın siyaset ve iktisatla kol kola girmesine fetva verecek, kimin kimi yönettiğinin belli olmadığı garip bir balayı başlayacaktı.
Açık olan bir şey vardır artık. Tevrat, İncil ve Kuran boşluğun doldurulmasına açıktan taliptirler.
Diderot’dan Kant’a oradan Voltaire’ e ve Russel’a, tümü insanlık tarihinin müzesine kaldırılmak istenecektir.
Fakat, kutsalın bireye ve siyasaya doğrudan yol göstericiliğe soyunması insanlığın tarihi kadar eski değil miydi?
İnsanlığın tarihinin ölmeli, öldürmeli, kanlı resimlerle boyalı olduğu da ayrı bir gerçek değil miydi? Ve yine insanların boğazlaşma için mutlaka bir neden bulabilecekleri fakat kutsal adına yapılan savaşların tarihte ayrı bir vahşet içerdikleri bilinmiyor muydu? İnsanlar kendi iradelerinin üstünde, kendi iradelerini aşan bir üst otorite adına, tabii ve mutlak bir hak için yola çıktıklarını düşündüklerinde, geri dönüşsüz bir yok ediş süreci başlamıyor muydu? Üstelik din adına yapılan savaşın bundan dolayı, mutlakiyetinden dolayı, uzlaşmasının olmadığı da öğrenilememiş miydi? Kutsalın emirleri tartışılmaz ve mutlak değil miydi? (Barnavi,2006:10). Uzlaşma ve anlaşmanın mümkün olamayacağı kutsalların savaşında sonuç mutlak ve açıktır; ya tümden boyun eğilecektir ya tümden yok olunacaktır veya yok edilecektir.
Tarihsel optikten bakıldığında açık olan, kutsalın savaş için gerçek bir neden olabileceğidir. Bu durumda din adına savaşa çıkanları ciddiye almak gerekecektir. İnançları ve içtenlikleri tehlikenin boyunu arttıracaktır. Tarihte böyle olmuştur. Kutsalın geri çağırıldığı bugün de böyle olmaması için bir neden var mıdır? Tek tanrılı dinlerin yer üzerinin yönetimine dair önerileri mutlak olduğundan bu amaçla zor kullanımı meşru olacaktır. Tek tanrılı dini tanımayan Romalılar ise genel olarak tanrıları için savaşmayacaklardı. Kendi dinlerinin başkalarınınkinden daha doğru olduklarına dair bir inançları olmadığı için de toleranslı olacaklardı. Yahudiler ise kendilerine tek gerçeği getiren tanrıları için savaştıklarında rakip kabul etmeyeceklerdi. Kendi dinlerinin dışındaki her inanç ya batıl ya da büyü olacaktı. Tek tanrılı dinlerin eskatolojik beklentileri tarihsel süreç içinde insanları sakinleştireceğine tahrik edeceklerdir.
Bu durumda dinsel savaşlarda kaçınılmaz, inananlar ve inançsızlar olacaktır. Örneğin İslam’da Mekke ile Kudüs, Ramazan’la Yom Kippur, Cuma ile Cumartesi savaş ve rekabet halinde olacaklardır. İslam adına yapılan savaşlardan sonra ilk bininci yılın sonlanışı kutsalın savaşlarını hızlandıracak bütün bir yüzyıl sürecek olan Haçlı Seferleri şiddeti doruğuna çıkaracaktır.
Yüzyılın başında bu kez Almanya’da din savaşları başlayacaktır. Bu kez Katoliklerle Luterciler arasındaki savaş, bir yandan diğer tarafa kana boyayacaktır tüm ülkeyi. Tanrıya ne düşündüğü sorulmadan, onun doğrusuna sahip olduğuna inanan iki taraf da onun adına yorulmadan birbirini yok edecektir. İnsanların inançları uğruna birbirlerine uygulayabildikleri vahşetin anlatımını da 1562-1572 Fransız Din Savaşlarını da unutmamak gerekecektir. Fransızların kutsal savaşları 1573-1598 arasında devam edecektir. Devamında 1618-1651 arasındaki 30 yıl ve daha sonra da acımasız Balkan savaşlarını da kutsal motifin etkisinin görmezden gelinemeyeceği boğazlaşmalara dahil etmek gerekecektir.
Kutsallı savaşlarda herkes ölecektir; Arnaud Amaury’ı2 hatırlanacaktır. Söyle seslenecektir “hepsini öldürün, merak etmeyin, tanrı ölülerin arasından kendininkileri ayıracaktır”
Anlaşılıyor ki “anlamsızlığın anlamlandırılmasında” modern zamanların ürünü sorunların çözümlenmesinde, kısaca umutsuzluğa ve tükenmişliğe çare olacağı düşünülen dinselin dönüşü ilk aşamada eski inanç hesaplaşmalarını da beraberinde getirebilecektir. Tarih buna tanıktır. Bu da zaten fanatizmin ve mutlakiyetçiliğin alevlerinin dünya üzerinde birçok coğrafyayı ama özellikle eski ve yorgun “kutsal toprakları” bugün sarmasından bellidir. Fakat bunun dışında çare arananın bizzat kendisinin de krizde olduğunun tespiti yerinde olacaktır (Foessel,2000:13). İlk bakışta öyle görünmüyorsa da bugün dinsel, bir anlamda kendi özüne ihanet edebildiği sürece kurumsallaşabilecek gibi görünmektedir. Weber dinin kapitalizmin tesisi üzerindeki etkilerini incelemişti. Bugün dinden beklenen kendi temel ilkelerine, bir anlamda felsefi özüne uygun bir toplum oluşturmasından çok kutsalın değerlerinin teknolojili kapitalizmin yeni biçimlerine uyum sağlaması değil midir?
Ayrıca kutsalı çağıranların arasında bizzat ondan kuşku duyanlar, paradokslarını aşabilecekler midir? Auswitch’den sonra Tanrının yanıtsızlığı eleştirilmeyecek miydi? Levinas da3 sorgulamayacak mıydı ona inananların çağrısına sessiz kalan Tanrıyı. Halbuki Sodom’da4 tanrı söz vermemiş miydi? Dememiş miydi: “oraya geleceğim ve bakacağım” ama iste tanrı sessiz seyredecekti Auswitch’de. Gelmeyecekti…
Kutsal bu üç büyük soru işareti ile birlikte mi çağırılacaktı yine de?
Bütün bunlarla birlikte mi anlamsızlığa anlam kazandırması beklenecektir.
Ve tüm bunlarla birlikte kutsal boşluğu doldurabilecek güce sahip olacak mıdır günümüzde hala?
*Yazının diğer bölümü takip eden sayıda yer alacaktır.
Notlar
1 Auschwitz-Birkenau Nazi Almanyası tarafından II. Dünya Savaşı döneminde Yahudiler için kurulmuş en büyük toplama, zorunlu çalışma ve imha kampı.
2 Arnaud Amaury (1160-1225) Haçlı seferlerinin sadece Müslümanlara karşı olmadığını gösteren, inançsız olan her toprağa ulaşmasını sağlayan papa delegesi başrahip. Bir buçuk asırdan fazla bir zaman süresince, Avrupa inançsız topraklara doğru sekiz tane haçlı seferi düzenledi. İsa`nın kutsal mezarını sahiplenen İslam uzaklardaki düşmandı. İlk Haçlı seferinde sinagoglar yakıldı ve tüm Alman şehirlerinde bir tane canlı Yahudi bırakılmadı.
3 Emmanuel Levinas (12 Ocak 1906- 25 Aralık 1995) Yahudi felsefesi, varoluşçuluk, etik ve ontoloji çalışmalarıyla tanınan Litvanya doğumlu Yahudi kökenli Fransız filozof.
4 Sodom ve Gomore Tevrat’a göre, ayyuka çıkan günahkarlığından dolayı Tanrı’nın yok ettiği kent.
Kaynakça
JONAS, H. (1994), Le Concept de Dieu aprés Auschwitz, Payot. Paris
NIETZSCHE, F. (2010), Güç İstenci, Say Yayınları. İstanbul
BARNAVİ, E. (2006), Tuez-les tous, Perrin. Paris
FOESSEL, M (2000), La religion, Flammarion. Paris