“Kendi değer ölçütlerimize göre davranmayan herkes bizim için barbardır.”
Montaigne
VI-İnanç Üzerine
Modern zamanların çok başında yer üzerindeki yaşamın akla uygun düzenlenmesini önerecek olan Montaigne aynı anda temel bir soruna dikkati çekecektir, kendisinin de mimarlığını yapacağı yeni dönemin kaçınılmaz bir çelişkisinin altını çizmek isteyecektir. Yeni zamanların onulmaz bir düalitesine, akıl inanç çelişkisine dikkat çekecektir; yer üzeri iktidarı tanrıdan alınıp hükümranlık akla devredilecektir. Buna kuşku yoktur, fakat Montaigne bu süreçte inancın, aklın aklını çelmeye çalışacağını, hatta daha da ötesi, aklı yoldan çıkarıp, belki de öteden beri gelen bir alışkanlıkla, onu da inançlaştırabileceğine dikkati çekecektir. Şöyle diyecektir; “kendi gerçeklik kriterlerimiz, ait olduğumuz topluluğun dini ve değerleri bizler için en doğru, en yüce ve en iyi olanlardır. Akla uygunluğun tek ölçütü budur.” Düalite salt bir felsefi yazının sahifelerini doldurmakla kalmayacak, örneğin; bugünün çözümsüz kanlı inanç boğazlaşmalarının da temel nedenlerinden birini oluşturacaktır.
Şunun sorgulanması kaçınılmazdır bu durumda; inancın temelinde yatanın ne olduğunun irdelenmesi gerekliliğinin yanı sıra, kutsal olanı da kapsayacak şekilde insanın bir şeye inanmasını neyin sağladığının anlaşılması da gerekecektir.
Kuşkusuz ekonomik, felsefi, toplumsal, antropolojik, dini düzeylerde cevap aranacak bir sorgulama olacaktır bu ve bir kısa denemenin sınırlarını çoktan aşacak sayısız problematiği içinde barındıracaktır.
Böyle olsa bile ve dar bir çerçeve içinde kalmanın sakıncalarını da bilerek tartışmayı en azından başlatmak gerekliliğinin var olduğunu düşünüyoruz.
Moscovici akıl-inanç düalitesinin çözümlenmesine basit ama ilginç bir soru ile başlayacaktır: İspat edilemiyor olmalarına rağmen bazı düşüncelere inanılırken, tersine, kimileri de tüm elle tutulur kanıtlarına rağmen ve doğru oldukları apaçıkken nasıl oluyor da bizi ikna edememektedirler?
Düşünürün bıraktığı yerden sorgulamaya şöyle devam edilebilecektir; “akılla hareket ettiklerini ileri sürenler dahi varlıklarını akılla açıklanamayan şeylere kolaylıkla nasıl teslim edebilmektedirler?” Bunların hayali oldukları Spinoza’nın deyişiyle “apaçık” belli iken, pratikte yanlışlansalar bile insanlar bırakın bu düşünceleri sürdürmeyi, örnekleri son zamanlarda da sıkça görüldüğü gibi nasıl oluyor da gözünü kırpmadan rahatlıkla kendilerinin ve başkalarının hayatını bu inançlarının doğrultusunda yok edebiliyorlar.
Şu ileri sürülebilecek mi o zaman; insan doğru yanlış ayırımı yapmadan birçok şeye inanmaya hazırdır. Sokrates bu konuda bize şöyle demeyecek midir “Bazı fikirler büyük bir çekim gücü taşırlar ve şeytana benzerler, dirensek de bunlar zihinsel yapımızın ta içine girmişlerdir ve bunlardan kurtulmamız asla mümkün olamayacaktır. Kanıtlarını bulamazsak bile bu fikirler bize egemen olabileceklerdir.”
“Düşüncelerimiz bize egemen oldular” diyen Jose Ortega’yı hatırlatacaktır filozofun bu can alıcı tespiti.
Wittgenstein da nerede ise aynı şeyi söyleyecektir: “İnanca dair fikirler deneylerden gelmezler, inanç sisteminin temellerini oluştururlar ve korkudan kaynaklanırlar.”
Bu durumda Freudyen bir yaklaşımla aklın yönetimindeki bir özgürlüğün nerede ise mümkün olamayacağını ileri sürmeden önce inancın, bireysel algının ötesinde, toplumsalın içindeki anlamını da irdelemek yerinde olacaktır. Görülecektir ki o zaman inanç kimi düşünürler için zihinsel bir kategori olmaktan çok toplumsallığın tesisindeki işlevi açısından önemli olmaktadır. İnanç bir birlikteliği, daha çok toplumsal düzeydeki bir ilişkiyi sağlayan olmaktadır bu durumda.
Durkheim’a göre örneğin, toplum, tarihsel süreçte bireysel akıldan çok dinsel kuralların, mitolojilerin etrafında yapılanır ve böyle ortaya çıkar (Michael Foessel. La religion). Bu durumda tanrısal inanç, dinsel inanç, mitolojilerin varlığı, toplumsal olanın yapılandırılmasında olduğu kadar onların temsilinde de birincil dereceden işlevsel olacaklardır. Açıktır ki o zaman bu kültürlere özgü bir aklı simgeleyeceklerdir. Söz konusu inançlar o zaman Wittgenstein’ın dediği gibi korkudan üreseler bile, irrasyonel olup kanıtlanamasalar dahi, onları eleştirmenin anlamı kalmamış olacaktır.
Bıçak sırtında tehlikeli bir yere gelinmiş olunacaktır böylece; her kültürün kendine göre bir aklı varsa, bu bir kutsala, inanca hatta hayale aitse bile, gerçekliği ve doğruluğu ileri sürülebilecek midir bu durumda?
Hatta bu kültür, inancı doğrultusunda köktenciliğe savrulsa da bu öneriden hareketle meşruiyet kazanmış da mı olacaktır?
Claude -Levy Strauss da Durkheimyen anlamda değilse bile inancın göreliliğini ve oradan kalkarak kimi toplumlarda işlevselliğini ileri sürecektir. Mitolojiler ve inançlardan da rasyonel bir bütün oluşturulabilecektir ona göre. Böylece yine her toplumun kendine göre bir rasyonalitesi olduğu ileri sürülebilecektir bu durumda. Nitekim Strauss tek rasyonalitenin savunusundaki Descartes’ı şöyle eleştirebilecektir; “Descartes bir toplumsal fizik yaratmak istemiş ama o sırada insanı toplumdan soyutlamıştır”.
O zaman sormak gerekecektir; insan topluma aitse ve toplumların kendilerine ait rasyonaliteleri varsa, hiçbir kültürün birbirinden üstün olmadığı hipotezinden hareketle bu konuda bir sıralama yapmak da mümkün değilse, her inancın aslında bir akla dayandığı savunusu doğrulanmış olduğunda uygarlıklar arası ortak ölçütler nasıl bulunacaktır?
Ve modern zamanların temel düalitesinin açmazına gelinmeyecek midir böylece? Strauss’un tezi ile toplumlar arası hiyerarşi kaldırılıp bütün akılların (inanca dayansalar bile) meşru ve eşit olduğu ileri sürülmektedir. Bu durumda en azından aklı ve inancı yeni baştan tanımlamak gerekmeyecek midir? Ayrıca mitin, kutsalın gizemli dünyasına ne ile ve nasıl ışık tutulabilecektir bu durumda?
Bilinmeyenlerin ve bilinemeyecek olanların dünyasında nasıl yol alınabilecektir o zaman?
Spinozyen düşünce kuşkusuz bilinmeyene, hayallere ve hayaletlerin dünyasına kesin bir duruş olacaktır; inancın dünyasının radikal bir eleştirisini yapacaktı Spinoza aydınlanmanın henüz öncesinde.
Felsefe ile dinin dünyasının ayrılması Spinoza’nın temel amacını oluşturacaktır. İnsanın özgürleşmesi ve siyasanın, diğer bir deyişle yer üzerinin özgürleşmesi ancak bu sayede mümkün olacaktır. Düşünmenin özgürlüğü ama daha çok düşüncenin iletilmesinin özgürlüğü ancak dinsel inancın eleştirisi ile elde edilebilecektir. Spinoza’ya göre matematiksel akıl gerçeği amaçlarken teoloji ve inanç sadece saygılı bir itaati amaçlar. Kutsallık itaatin epistemolojik statüsünün peşinde olacaktır. (Michael Foessel La religion ) Hatta Spinoza’ya göre bu yolla hedeflenen tanrısal tabiatın anlaşılması değil verilen kutsalın emirlerine itaattir sadece.
Diğer bir deyişle Spinoza için kutsalın inancı, aklın ve bu durumda özgür düşüncenin engelleyicisidir. Bu anlamda kuşkusuz kabından dışarı taşan ve kuşatan fanatizmin de beşiğidir.
Açıktır ki Spinozyen tahlil, inanca işlevsel olarak yaklaşan mesela bir Durkheim’ın da karşısında olacaktır.
Hume ise radikal aydınlanmanın eleştirisinde İskoç felsefesinin temellerini oluştururken, Spinoza’dan ve Descartes’tan farklılaşacak, saf akla çok güvenemeyecek ama inancın ve ona dayanan kutsalın da eleştirisinden uzak kalmayacaktır. Şöyle yazacaktır: “Akıl bir balondan ibarettir.” Böylece akıl, duyguların sakladığı izlenimlerin düzenleyicisi olacak, bunları sıraya sokacaktır. Fakat bu, kesinlikle bir akla ret değil, bilginin kaynağında önceliğin dış dünyadan gelen izlenimlerin bulunduğunun vurgulanması olacaktır.
İnanç açıktır ki burada da akılla çelişecektir.
Kuşku yok ki inancın, mitin ve kutsalın radikal eleştirisi temelde Fransız aydınlanması tarafından yapılacaktır. Bununla birlikte yer üzerini kutsaldan, büyüden ve inançtan arındırmak amacındaki aydınlanmanın da kendi inancı olacaktır, ama bu ilk olarak insan olana inanç olacaktır.
Hümanizma nerede ise bu anlama gelmeyecek midir?
Bu inanç, sorgulayıcı olacaktır. İnsanı, göksel inancın hiyerarşisinde değil, aklın önderliğinde ele alacaktır bu sorgulama. Göksel olsun olmasın bir mitin kabulünden, bir hiyerarşiden yola çıkmayacak, en azından teorik olarak eşitler arası bir inanç olacaktır. İnsan olan, insan olana inanç duyacaktır. İnanç “insanı insan yapan”, aklına, kavrayışına, anlama yetisine duyulan inanç olacaktır. Kaçınılmaz olarak bilimsel bir tahayyül çerçevesinde gelişecektir bu akıl yürütme.
Genel olarak insana ama özel olarak tüm insanlara dair bir umudu besleyecektir bu inanç. Tabii kaçınılmaz olarak evrensel bir akıl tahayyülünden yola çıkacaktır. İnsanın öncel (a priori) olarak sahip olduğu tek ve evrensel olan aklını kullanmasını önerecektir.
Kant örneğin, rasyonel aydınlanmayı şöyle tanımlayacaktır; “Aydınlanma, insanın kendini kendi kabahati ile hapsettiği azınlık durumundan çıkmasıdır” Voltaire’den Diderot’ya insanın kendi kendini hapsettiği bu yer mitlerin ve inançların dünyasıdır ve Kant’ın deyişi ile insanın kendini azınlık durumundan kurtarması da aklı sayesinde mümkün olacaktır.
Onun için belki de Voltaire evrensel aklı savunacaktır. İnanç ve mit körlüğün karanlıklarında gelişir ancak. Akıl bir kez güçlü projektörünü tuttuğunda mitlerin ve inancın yaşaması mümkün olmayacaktır.
Akılla inanç karşı karşıyadır onun felsefesinde. Düşünür için felsefe aklın büyüye ve mite karşı koyduğu yerdir. İnancın ve mitin fanatizmi, akıl karşısında, felsefe karşısında yenilgiye uğrayacaktır). “Fanatikler akıl karşıtları olarak kitabınızın yakılmasını isteyecekler ve parlamentoda da halkın arasında da bunun destekçilerini bulacaklardır” diye korku içinde seslenenlere Voltaire umutla bekleyelim diyecektir: “Bir tohum ekiyorum hasadını görmek için biraz bekleyelim. Aklın gücü ve aydınlığı mutlaka galip gelecektir” diyerek cevap verecektir.
V- Bin Yıllık Rüyaların Sonu
Kabul etmek gerekir ki modern zamanların başından bugüne daha çok Batı kaynaklı bu düaliteye en azından pratikte çözüm getirilmiştir. Yine temelde Batıda, fakat oradan da yavaşça dünyanın geri kalan birçok bölgesinde kutsal olan yer üzeri yönetiminden uzaklaştırılmış, inanç kişisel bir düzeye indirgenmiştir. Kutsalın inancındaki öte taraflı soyut bir sonsuz yaşam anlatısına alternatif olarak bu yer üzerinde aklın öncülüğünde bilimin ve teknolojinin somutlaştıracağı neredeyse bir yer üzeri cenneti önerilmiştir böylece.
Dinin artık çoktan aşılmış arkaik bir kurum olarak insanlık müzesinde yerini alabileceği düşünülebilecekti artık. Fakat bu aşamada Marx’ın deyişiyle “halkların afyonu” yerini yeni uyuşturuculara mı bırakacaktır? Bilim ve teknoloji bu dönemin yeni peygamberlerinin, bilim insanlarının, yer üzerinde mutluluk vadeden yeni “afyonları”mı olacaktır?
Burada mesela Saint Simon’un yönetimi akıla ve bilim insanına veren ütopyası düşünülecek fakat hemen ardından “bilimsel zihniyetin, aklın, en azından insanın ruhsal yaşamında bir diktatörlük oluşturmasını bütün gücümle temenni etmek istiyorum” diyebilecek olan Freud hatırlanacaktır.
Aklın yönetimindeki bin yıllık rüyalar 20. yüzyıla damgasını vurabileceklerdir artık. Örneğin birbirine zıt da olsalar, genel olarak kutsalsızlaştırılmış yer üzerinde evrensel olma iddialı iki büyük projenin gelişimine tanıklık edilecektir bu süreçte.
Yüzyılın başında işçilerin önderliğinde ama mutlaka bilimsel, dolayısı ile akla dayalı olduğundan kuşku duyulmayacak olan sosyalizmin enternasyonal olma iddiasından sonra uluslararası kapitalizm de yine aynı savda olacaklardır.
Yüzyılın sonuna doğru ise, işçilerin enternasyonalizminin hüzünlü sonuna tanıklık edilecektir. Tüm insanlığı kapsadığını savlamak artık sadece teknolojili kapitalizme veya finansal kapitalizme kalacaktır. Bu sistem iktisadın sistemi ile bütünleşerek bugün hala tüm insanlara yer üzerinde “cenneti” vaad edebilecektir.
Bu öneriden çok ayrı düşünülemeyecek olan teknolojili bilimin sistemi ve evrenselliği tezi ise daha önce işaret edildiği gibi 19. yüzyıldan bu yana kuşku ile karşılanacak, şiddetle eleştirilecektir. Kutsalsız kalmış dünyada boş hayallerin üretilmesine neden olduğu ve böylece insanı aslında, olmayanın, yok olanın dipsiz bir boşluğun içine yuvarladığı ileri sürülecektir. Düşlerin gerçekleşemediği bu tahayyülün dünyası böylece bizzat anlamsızlığın dünyasını yaratacaktır.
Kutsala inanç ne kadar anlamsızsa, Nietzsche’nin deyişiyle “tanrının ölümü”, ile boşalan yerin, evrensel düzeyde akıl ve bilim ile doldurulabileceği tezi de aslında neden olduğu boşluktan dolayı o kadar hazin olacaktır. Söz konusu tez Nietzsche ile beraber değişik düzeylerde bütün bir 19 ve 20. Yüzyıl boyunca Fichte’den Frederich List’e, Dostoyevski’den Flaubert’e, Schopenhauer’den Kafka’ya sorgulanacak ve eleştirilmiş olacaktır.
Klasik iktisat dünyasının da sahiplendiği ve tüm kuramını üzerine inşa ettiği evrensel akla, evrensel insana ilişkin kuşkusunu Balzac şöyle dile getirecektir; Parisli bir entelektüel, Blondet kırsal alanda bir köylü ile karşılaştığında şöyle düşünecektir: “Bu garip yaratığın ne türden adetleri vardır, ne düşünebilir acaba? Bu benim benzerim bile olamaz. Benim onunla ortak ne yanım olabilir ki? Onunla tek ortak yanım şekilden ibaret değil midir?”
Ortak ve tek akla, tek bir insanlığa, kesin bilimsel öngörüye kuşkudur Kafka’nın da içini kemiren. O da günlüğünde aslında birlikte yaşadığı Çeklerin kaderlerine nasıl ilgisiz kaldığını anlatacaktır: Askerler savaşa alınmaktadır. Birçoğu ölecektir. O ise onların arasında bir Yahudidir ve Hristiyan Çeklerin kaderi onu hiç ilgilendirmemektedir. Şöyle yazacaktır: “Onlara karşı sadece haset ve kin hissediyorum, bütün varlığımla onlar için kötülük temenni ediyorum. Sadece aynı türden bir yaratık olmanın dışında beni onlarla birleştiren ne var? Hayır, zaten aynı türden bile değilim”
Nihayet Nietzsche daha henüz bütün tek insanlık, ve tek akıl hülyalarının çökmediği 19. yüzyılın sonunda şöyle yazmayacak mıydı? Önce soracaktır? “Nihilizmin gelişi neden gerekli hale gelmiştir?” Sonra yanıtlayacaktır. “Çünkü şimdiye kadar sahip olduğumuz tüm değerler son sonuçlarını vermektedir. Çünkü nihilizm büyük değerlerimizin ve ideallerimizin son mantıklı karışıklığını temsil etmektedir… Kimi zaman yeni değerler istiyoruz.”
***
İnancın ötelendiği bugünün dünyasında evrensellik ütopyalarının çöküşü ile Nietzsche’nin 100 yıl öncesinden anlattığı boşluk, bireysel ve toplumsal dünyaları sessizce ve derinden kuşatmaktadır sanki.
Hayalin dünyasının veya finans kapitalizmin hüzünlü evrensellik tezi anlamını hızla yitirmemekte midir bugün?
Yanıtı çok açık değilse de en azından soru somut olacaktır artık; dinin kutsalının geri dönüşünün bu boşluk algısının büyümesi ile bir ilgisi yok mudur?
Fakat kutsal boşluğu tekrar ikame edebilecek midir?
Ölmeli, öldürmeli, yok olmalı, yok etmeli bugünün dünyasının temel sorunlarından biri bu olacağa benzemektedir.
*Yazının 3. Bölümü diğer bölümü takip eden sayıda yer alacaktır.