Tabiat konuşuyor, söylüyor fakat insanlık kulak asmıyor.
Victor Hugo
III- Kaynakların Kıtlığında ve İhtiyaçların Sınırsızlığında Krizin Kaçınılmazlığı
İktisat bilimi temel bir varsayımla yola çıkacaktır. Seyrek (nadir) kaynakların varlığında insan sonsuz ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacaktır. Rasyonel yaratığın, homo economicusun, temel işi bu paradoksu çözmektir. İşe koyulurken bilecektir ki tüketeceği kaynakların büyük bir kısmı seyrektir ama fiyatını ödediğinde onlara sahip olabilecektir. Bu durumda kaynaklar açıktır ki kıt değildir; nadirdir. O zaman rasyonel insan hipotezin ikinci kısmına odaklanacaktır. Homo economicus ihtiyaçlarını gidermeye koyulacak fakat bunu başaramayacaktır. Akıllı olmasına, sofistike tüm hesapları yapabilmesine rağmen, bu akıllı yaratığın, yalın ve sıradan görünen kimi gerçekleri algılayamamasına şaşmamak gerekecektir.
Kendinden daha az akıllı olduğunu ileri sürdüğü doğadaki yaratıkların büyük bir kısmı çok daha zor şartlar altında dahi ihtiyaçlarını giderip zamanlarının büyük bir kısmını dinlenmekle geçirmelerine rağmen rasyonel insan(!), kendisinin bunu başarmamasına şaşırmayacaktır. Şaşırmak aklına bile gelmeyecektir.
İktisat biliminin temel önerisinde, hayret edilmesi gereken şey doğal bir hale getirilmemiş midir; ihtiyaçlar tatmin edilemeyecektir, çünkü onlar sonsuzdur!
Bilimsel olduğu ileri sürülen bu inancın peşinden bütün bir yaşam boyu sürüklenecektir böylece homo economicus.
İhtiyaçlarının peşinde yaşamını tüketecek, kendini yok edecek olanın, başkasının yaşamına değer vermesi kaçınılmaz olarak beklenemeyecektir. Homo economicus etrafına ve varlığını borçlu olduğu her şeye karşı saldırganlaşabilecektir.
İhtiyaçlarının, tatmin edilememiş susuzluğunun yarattığı çılgınlıkta ‘’seyrek’’ kaynakların bu kez gerçekten ‘’kıt’’ kaynaklara dönüştüğünü dahi fark edemeyecektir.
Bugün homo economicusların rekabet ederek birbirlerini alt etmeye çalıştıkları dünyada kaynaklar nihayet kıt hale gelmemiş midir? Hatta bir kısmı tümden yok olmamış mıdır? Üzerinde yaşam bulunulan toprak, altında soluklanılan gökyüzü dahi, üretim faktörü olarak değerlendirilerek yok olma aşamasına getirilmemiş midir bugün? Toprağın, unutulmuş ismiyle ‘’toprak ananın’’ önceleri sessiz çığlıkları artık alarm sirenlerine dönüşse bile bu seslere kulaklar tıkanabilmekte, kaçınılmaz büyük felaketin öncü uyarıları gerçekleştiğinde bunlar hayretle ve dehşetle izlenmemekte midir?
Bu kriz, bugün Yunan krizinin, Suriye’deki göçmen krizinin vb. temel nedenlerinden biri değil midir, üstelik bunu çoktan aşan bir nitelik kazanmamış mıdır artık?
Kriz bugün gerçekten yok edilen doğal kaynaklara rağmen tatmin edilemeyen çıldırtıcı ihtiyaçların boşluğunda savrulurken yoksulluk sorununu çözemeyen ‘’insanlığın durumunun’’ krizidir bugün.
Sorun bugün iktisatın ‘’denge’’ sorununu çoktan aşıp genelleşen bir ‘’uyum’’ krizine dönüşmemiş midir? Spinoza’nın uyumu Tanrı-tabiat ve insanın tekliğini yansıtıyordu. İnsan bugün kendiyle, ötekiyle ve tabiatla uyumunu yok etmemiş midir?
Homo economicusun vicdanının-vicdansızlığının genelleşmesi değil midir bugün asıl kriz? İhtiyaçlarının sonsuz tatminini kaynakların tükenişinde arayan vicdanların, buharlaşması-buharlaştırılması bugün iktisadın dünyasında temel ve genel bir bunalımın alt yapısını oluşturmamış mıdır?
Üzerinde yaşanılan yeryüzü, toprak, su artık salt bir yaşam kaynağı olmaktan çıkmış, bugün üretimin ilk maddesi haline dönüşmüştür. Yaşamın bizzat kendisi ve garantisi olan her şey artık üretim süreçlerinde anlamlıdır.
Beslenme yaşamın temel öğesidir. Bugün mükemmel verimlilik(!) hesaplamaları yapabilen büyük şirketlerin tarım politikaları sonucunda beslenme (beslenebilen halkın büyük çoğunluğu için) ihtiyacı şekil değiştirmiştir. Artık her şeyin her an tüketime hazır olması esastır. Bu olmadığında tatminsizlik hissedilmesi büyük şirketlerin politikalarının temel unsuru olacaktır.
Bunun için durmaksızın kullanılan tarım ilaçları, dramatik bir boyut kazanmıştır. Bu bilimsel yöntemler(!) kanserden, obeziteye, oradan kalp hastalıklarına kadar birçok hastalığın temel nedeni haline gelecektir. Gıda, yaşamın temel unsuru olacakken tersine onu yok edici bir hal almıştır. Deli-dana, kuş gribi, kirlenmiş deniz ürünlerinin vb. yarattığı korku ve panik şiddetin başka bir unsuru haline gelmemiş midir? Tüm yaşamsal ürünler finansal spekülasyon konusu olarak gerektiğinde üretimleri uyarılarak, gerektiğinde kısılarak bir verimlilik-etkinlik döngüsü içine sıkıştırılmıştır. İktisatta kaynakların seyrek olduğu varsayımı bu bilimi kaynakların ve dünyanın sonsuz olduğu düşüncesine götürmüş görünmektedir. Bu da sonsuz tüketim-üretim sarmalını körüklemektedir. Bugün iklimsel değişiklikler sonucunda artık yer üzerinin de gök kubbenin de sonsuz olmadığı anlaşılmasına rağmen bunun henüz bilincine varıldığı ileri sürülemeyecektir.
Bilinçsizliğin bilincine varıldığında, var olmanın en doğal gereksinimlerinden olan beslenmenin görüntüdeki bolluğa rağmen gerçek bir kıtlığa doğru nasıl hızla evrildiğini görmek mümkün olacaktır. (Rabhi,2008, s:54)
Biyolog Seralini, temel krizi açıklarken, iktisatçıların kriz analizlerinden daha kapsayıcı görünecektir. Şöyle not düşüyor: ‘’Böyle devam ederse, insanlık kendi geleceğine sağlıklı bir gezegen devredemeyecektir. İnsanlık kendi kanserini büyütecektir.’’ Devam edecektir: ‘’ Hayat muhteşem bir mekanizma. Fakat artık son derece kırılgan bir zeminde… Kimyevi, genetik kirlenmelerle binlerce tür yok ediliyor. Bunun tek sorumlusu yaşam biçimlerimiz. Dünyayı algılama şeklimiz…’’ (Seralini, 2008 s:72)
Seralini haksız mı? Uygarlık bugün en azından bilindiği kadarıyla daha önce hiç karşılaşmadığı bir krizle karşı karşıya değil mi?
İnsan soyunun bizzat kendisi bugün evrenin temel hastalık nedeni haline mi gelmiştir? Durmaksızın ilerleme, zenginleşme fikri genel refahı değil adaletsizliği oluştururken, her şeye sahip olma isteği de büyük yoksulluklara neden olmamakta mıdır?
Zaman-paranın ve sınırsız büyümenin ideolojisinde bugün tarihimizin en dramatik olguları yaşanmaktadır. (Rabhi,2010,s:21) Bunların üstesinden gelinmek için de ancak daha önce kriz nedeni olmuş politikalara başvurmanın dışında bir şey yapılmamaktadır. Yunan veya diğer ekonomilerin krizlerinin aşılmasında önerilebilen tek yol büyümenin tekrar uyarılması, tüketimin arttırılması ve bütün bunlar için teknolojik gelişmeye başvurulması olmaktadır. Bu da kaçınılmaz bir şekilde yine yeni kaynak tüketimlerine, yeni kirlenmelere ve yeni sömürülere yol açacaktır.
Öyle bir yaşam biçimi oluşturdu ki insanlık, temel eylemi-iktisadi eylemi tükenmez bir toprağa, tükenmez kaynaklara dayanıyor.
Paradoksal gibi görünse de kapitalizmin gelişmesinin ötesinde iki zıt tarihsel ve toplumsal olgu burada belirleyici gibi görünüyor: Öncelikle insan soyunu diğer bütün yaratıklara ve tabiata göre bir üst konumda tutup ona egemenlik hakkı hatta hâkim olma emri veren teolojik olgu, insanın bu davranışında ihmal edilemeyecek bir yere sahip olacaktır. Onun dışında, insan aklını kutsallaştıran modern zamanların düşüncesinin de bu davranışta yerini belirtmek gerekecektir.
Bacon, modern zamanların başında insan soyuna tabiatı işaret edip şöyle dememiş miydi? ‘’Bütün bunlar sizindir. Onların yeni egemeni sizsiniz. İstediğinizi yapma hakkına sahipsiniz.’’
Romantikler, modernitenin tekli gerçekliğinin düşüncenin erdemi yerine şiddeti doğurduğunu ileri süreceklerdir. Bu da totaliter bir baskıya dönüşebilecektir, gerçekten de. Halbuki modern düşüncede aklın tek gerçeklik kaynağı olması insanın tek despot olarak tabiat üzerinde kendini efendi ilan etmesi aynı zamanda Spinoza’nın dediği gibi yabancılaşmayı da getirmeyecek midir? Yabancılaşma öncelikle içinden gelinen tabiata ve birlikte yaşanan diğer yaratıklara yabancılaşma değil midir?
Levi-Strauss şöyle demeyecek miydi: ‘’En azından bir kez bir hayvanla tam anlamıyla ilişki kurmak isterdim. Bu ulaşılamayacak bir amaç. Bu bana büyük acı veriyor. Çünkü biliyorum ki bir hayvanla tam anlamıyla ilişki kurmadığım için hiçbir zaman maddenin neden yapıldığını bilemeyeceğim ve evrenin yapısını tam anlamıyla çözemeyeceğim. Bu şu demektir aynı zamanda: Bir kuşla konuşma imkanımın olmaması aşılamayacak bir sınıra gelinilmiş olması anlamına gelir. Bu sınırı geçebilseydim bu benim için büyük bir mutluluk olacaktı. Eğer bana benim dileklerimden en azından birini yerine getirebilecek bir peri bulabilseydiniz o zaman bu isteğimi seçerdim.’’ (Strauss,2015 s: 126)
Ne demektir bir kuşla konuşmak? Strauss belki Amerikan yerlilerinin mitolojilerinde anlatılan, bir zamanlar insanlarla hayvanların birbirlerini anladıkları bir dönemi mi, henüz yabancılaşmanın olmadığı bir zamana mı anlatmak isteyecektir?
Bugün, sürdürülebilir büyüme, büyümenin yerine geçirilmeye çalışılmaktadır. Sonsuz büyüme ve sonsuz zenginleşme tüm sakıncalarıyla meşrulaştırılmaya çalışılmamakta mıdır böylece?
IV) Sınırsız İhtiyaçlar, Erdem ve İnsanlık Tarihi
İçinde yaşadığı anı genelleştirmeye ve öteden beri var olduğunu düşünmeye eğilimlidir insan. Finansın ve iktisadın değerlerinin, biçimlendirilmesinde büyük payı olduğu bugünkü var olma biçiminin de insanlığın kendisi kadar eski olduğu ve değişmeden kalacağı düşünülecektir böylece.
Bu varsayım insan tabiatını özcü (essentialiste) bir yaklaşım ile algılamaktan da, bu var oluş biçiminden büyük çıkarı olanların bunu bireylere ve toplumlara değişmez ve ebedi bir gerçeklikmiş gibi benimsetmek istemelerinden de kaynaklanabilecektir.
Bu önerilerden yola çıkılırsa şu sonuca varılmayacak mıdır: Bugünkü var oluş biçimi insan doğasının bir sonucudur. İnsan doğasıyla eylemi arasındaki bu uyum başka bir yaşam biçiminin olmadığının ve olamayacağının kanıtı olacaktır böylece.
Bu durumda insanın temel eyleminin sonsuz bir arzu içinde durmaksızın sahip olma, zenginleşme ve tüketme güdüleriyle örülmüş olduğu varsayımı evrensel düzeyde ve zaman – tarih ötesinde doğrulanmış olacaktır.
Halbuki kutsal metinlerden, destanlara oradan edebiyat ve felsefe tarihine, süratli bir göz atış yer üzerinde bu tür bir var oluş biçiminin daha çok modern zamanlara ait olduğunu gösterecektir: İnsanın bugün benzerleriyle ve aslında ürünü olduğu tabiatla ilişki biçiminin temelleri bu dönemde atılacaktır. Örneğin doğanın, insanın sistematik ve bilinçli eylemi sonucunda oluşan bugünkü krizi çok yakın bir dönemde ve sanayileşmeyle başlayan bir zaman dilimine ait olacaktır.
Gerçekten de bugünkü yaşam biçimlerinin oluşturabileceği sakıncalara ve onların temel dinamiklerine ciddi eleştirilerden biri örneğin Rousseau’dan gelecektir. Düşünür ufukta beliren tehlikeyi sezinleyecek ve alternatif yaşam biçimlerinin de mevcut olabileceğini yazacaktır.
Yazar ‘’Yeni Heloise’’ de alternatif bir var oluş biçiminin övgüsünü yapacaktır: Doğanın düzenini şiirsel bir yaklaşım içinde övecek, oradan hareketle tabiatla uyumlu bir yaşamı yüceltecektir. Doğal isteğin arzuya, ihtirasa, “kendine sevginin” (amour-de soi) salt kendine dönük sevgiye (amour-propre) henüz dönüşmediği bir yaşam ütopyasını ayrıntılı bir şekilde anlatacaktır burada.1
‘’Yeni Heloise’’de Milord Éduard’a yazdığı mektupta sevgilisi şöyle not düşecektir: ‘’Ne kadar geç buldum bu güzelliği… Üç haftadır içinde bulunduğum tabiatın içindeki bu yaşamda günler sükûnet, dinginlik içinde ve insanın içini ısıtan tatlı bir arkadaşlık atmosferinde geçiyor. Burada telaşlı tutkular yok. Öylesine ılıman bir hava var ki burada Milord, içinde yaşanılan ev o kadar düzenli ve basit ki… Burada insanın içini sımsıcak tutan bir masumiyet, bir düzen ve barış havası her şeye egemen. İhtişam ve gösteriş yok burada… Kır, sükûnet, istirahat, hemen önümde çağlayan su, dağların vahşi görüntüsü her şey bana Tinian Adası’nı hatırlatıyor. Nihayet rüyalarımın gerçekleştiğini düşünüyorum. Burada yüreğime göre bir hayat yaşıyorum. Çünkü yüreğime göre bir toplum buldum… Sizi bu kadar yumuşak ve saf zevkleri yudum yudum tattığım bir yerde beklerken aynı zamanda bir ‘ev ekonomisinin’ ayrıntılarını anlatmak istiyorum: Burada evin sahipleri ve evdeki bütün konuklar mutlular… Burada, gerçek bir bolluk ekonomisi egemen.’’
Modern zamanların ufkunda beliren bugünü seziyordur Rousseau sanki. “Clarens ütopyasını” anlatmaya şöyle devam edecektir: ‘’Bu ev görülmek ve göstermek için değil; oturulmak, yaşanmak için yapılmış bir ev. Basit ve rahatlatıcı eşyalar var. Orada her şey gülümsetiyor. Orada her şey bolluğu ve saflığı simgeliyor. Burada refahı soluyabilirsiniz ama zenginliği ve lüksü asla düşünemezsiniz bile.’’ (Rousseau,1993, s:54-55)
Sonsuz zenginlikte, sonsuz bir iktisadi büyümede elde edilemeyecek saf bir mutluluğu anlatmıyor mu burada Rousseau? Bolluk bugünkü iktisadi büyümenin sonuçlarından başka bir anlam taşıyacaktır burada.
‘’Ev ekonomisinde’’ bolluk gerekli olanın üretimi ve tüketimi demek olacaktır. Yavaşlık, hıza sükûnetin tatlı mutluluğu kışkırtıcı hazza, tercih edilmiştir Clarens’de. Etkinlik arayışı söz bile olmayacaktır bu dünyada.
Ekonomi Rouuseau’da politik dahi değildir. Rousseau ekonominin evin dışına taşmasına izin vermeyecektir.
Bu durumda bugün anladığımız şekliyle bir iktisadi kriz Clarens’te doğal olarak mümkün olmayacaktır.
Rousseau’dan çok önceki zamanlarda, uygarlık tarihinin değişik coğrafyalarında da bu tür yaşam önerilerinin tasvirlerine rastlanabilecektir: Örneğin İsa’dan önce 8. yy’a kadar uzandığımızda, Homeros’un anlatılarında sade ve basit bir yaşamın izlerine rastlamak çok da zor olmayacaktır. Artık çoraklaşmış bugünün Suriye’sini değil kadim zamanların bereketli topraklarını, ülkesini anlatır Homeros. Eski Yunan kentlerini yazar. Bereketlinin bereketlisi parlak bir güneşin aydınlattığı muhteşem Sicilya’yı anlatır. Homeros, bu topraklar üzerinde yaşayan dürüst insanlardan bahsedecektir. Bu insanlar verimli bir doğa üzerinde sade bir yaşantı süreceklerdir. Şiirsel bir üslup içinde basit ama doğayla uyumlu bir yaşam resmedecektir burada Homeros. Ilıman iklim, sanki yüreğini ısıttığı insanları ihtiras ve rekabetten uzak tutup bolluğu ödül olarak onlara verecektir. (Fleury,1923, s:39)
Bu topraklar üzerinde bir dönemin insanlığının bir kesitini Homeros pastoral renklerde anlatacak ve sadeliğe övgü dizecektir.
Homeros’dan bakıldığında bugünün insanının ve toplumunun patolojisi daha da belirginleşmekte midir?
Biraz daha geriye gidildiğinde dinsel anlatılarda, örneğin Tevrat’ın satırlarının arasında eski İbranilerin kimilerinin yaşam kesitlerinde Homeros’un anlattıklarına benzer kareleri bulmak zor olmayacaktır. Yine Romalıların veya Yunanlıların sade, basit, dingin yaşam kesitlerine çeşitli tarihsel anlatılarda rastlamak mümkün olacaktır. Buralarda da azla yetinmenin erdemi anlatılacak, salt zevk ve hazza odaklanmamış yetingen bir yaşam resmedilecektir. Bu anlatıların ortak paydası el emeğinin ve özellikle toprakta çalışarak yaşamını kazanmış olmanın vereceği mutluluktur.
Yine Romalıların bazı kentlerinde olduğu gibi İbranilerin de sadece iki elbiseleri olacaktır. Bunlardan bir tanesi yıkanınca diğeri giyilecektir. Böylelikle gereksiz tüketimin ve gösterişin önü alınmış olacaktır.
Platon’un cumhuriyetinde bilindiği gibi benzer erdem örneklerine rastlamak mümkün olacaktır.
Anlaşılıyor ki doğanın içinde olmak, yaşam kaynağını somut olarak hissetmek, durmaksızın rekabetin ve iktisadi etkinlik arayışının gerginliğinde yaşamamak eski uygarlıklardan Rousseau’ya krizsiz bir var oluşun temel öğelerinden biri olarak belirecektir. Spinoza da tabiatın bir parçası olarak onunla birlikte var olmayı, sade, yavaş ve ihtirassız bir yaşamı, ‘’sevincin’’ temel unsurlarından biri olarak görecektir.
Birçok tarihçiye göre tarımın gözde olduğu eski dönemler, Çin’in de en mutlu olduğu zamanlardır. Bugün ise dünyanın neredeyse birinci iktisadi ve siyasi gücü olmaya aday bu ülkenin, kirlilikten artık soluk alınamayan kentlerinde, kıran kırana bir rekabetin içinde yaşayan insanının mutlu olduğunu iddia etmek mümkün müdür acaba?
Xenophon’dan Ciceron’a oradan Rousseau’ya kadar birçok düşünür tarımla uğraşmanın, tabiat içinde ve onunla birlikte yaşamanın, sade ve erdemli bir hayatın temelini oluşturduğunu anlatacaktır. Tarımın veya tabiatın içinde olmanın geriliğin sembolü olduğu düşüncesi çok daha yakın dönemlere ait olacaktır.
Claude Fleruy’nin anlattığına göre tabiatla birlikte bu tür bir yaşam bir yandan hazzın dallanıp budaklanmasını ve egemenliğini önlerken bir yandan da basitliğinden dolayı lükse ve gereksiz harcamalara yol açmayacaktır. Bu da şiddeti azaltacaktır. (Fleury,1923,s:36)
V. Geleceksizlik…
İnsan kendi özüne, benzerlerine ve içinde oluştuğu tabiata yabancıdır bugün. Bütün bunlara egemen olma ihtirası, şiddeti körüklemektedir. Tabiata ve benzerlerine şiddetle davranışı kaçınılmaz bir biçimde, aynı karşılığı görecektir. Şaşacak bir şey yoktur bunda.
Ruhsuz ve geleceksiz bir aşamada bugün insanlık. Henüz kimi şeylerin bilincinde değil ve vahim olan bilinçsizliğinin bilincinde olmaması… Seyrek mallar, fiyatı yükseldiğinde satın alınabilir der iktisatçı. Fakat bugün hangi fiyattan olursa olsun, örneğin çözülmüş bir buzulu yerine getirmek mümkün değil, yok edilmiş bir fil-kuşunu tekrar var edip satın almak da ihtimal dışı. Tarihe bakıldığında insan bu dünyaya sanki diğer üretimlerinin yanı sıra asıl ‘’ıstırap üretmek için ‘’, buna da yer üzerini kendisiyle paylaşmaktan başka suçu olmayan diğer yaratıkları ortak etmek için gelmiş. Baconyen bir mirası sahiplenen insan, evreni kendi arzu ve ihtiraslarına göre düzenlemek istemektedir. Fakat insanın kendi kısıtlı zihniyle sonsuzluğa egemen olmaya çalışması anlamsız değil midir?
Spinoza’ya göre tabiatla birlikte tabiatın ürünüdür entelekt.
Bugün bu entelektin dönüp her şey üzerinde egemenlik tesis etmek arzusunda olmasının yarattığı belirsizliğin endişesi hakimdir her şeye.
Aslında bu geleceksizliğin endişesi değil midir?
*İktisat ve Toplum Dergisinin 62. sayısında yayımlanan bu makalemizin takip eden bölümü, İktisat ve Toplum Dergisinin önümüzdeki sayısında yayımlanacaktır.
NOTLAR
1 Konu hakkında ayrıntılı bilgi için İktisat ve Toplum Dergisi’ nin 55. Sayısındaki ‘’Rousseau’nın Ütopyası’’ isimli makalemize bakılabilir.
KAYNAKÇA
FLEURY, CLAUDE, ‘’Les Moeurs Des Israëlites’’, Bibliothéque des Fontaınes, Tours, 1923
LOYER, EMMANUELLE; ‘’Lévi-Strauss’’,Flammarion, Paris, 2015-12-07
PELT, JEAN MARIE et SÉRALINI GILLÉS –ÉRIC; ‘’Aprés Nous Le Déluge’’, Flammarion, Paris, 2008
RABHI, PIERRE; ‘’ Verbs La Sobriété Heureuse’’ Actes Sud, Paris,2013
RABHI, PIERRE ‘’Manifeste Pour La Terre Et, L’Humanisme’’, Actes Sud,Paris, 2011
ROUSSEAU, JEAN-JACQUES; ‘’ La Nouvelle Héloïse II’’ , Gallimard, Paris, 1993