“Zenginlik üzerine zenginlik katana lanet olsun.”

İşaya

I-Yalnız Mercure, lanetli Mercure’dür

Yalnız kalmayacaktı Mercure1, Amsterdam’ın puslu ve bir o kadar da büyülü ufkunda belirdiğinde; yalnızlığın kendisini hangi girdaplara sürükleyeceğini bilmiş olmalıydı. O, labirentlerin içinde, tutkularının tutsaklığında, kaybolmak istemeyecekti. Freud’a da Lacan’a da henüz vardır, ama biliyordu Mercure, narsisizmin eninde sonunda –Tanrı bile olsa- varlığı hangi bunalımlara sürükleyeceğini; cehennemin alevlerinde nasıl yavaşça yitileceğini.

İnsan veya Tanrı, arzunun sonsuz denizinin dalgalarına bir kez kendini bırakmaya görsün orada nasıl yok olunacağının farkındaydı. Yer üzerindekilerin bu tehlikeden henüz haberleri yoktu, ama kendisinin öğrettiği zenginleşme arzusunun bitmez şehveti onları tümüyle ele geçirmeden bir şeyler yapmak gerekecekti. Dikkati çekmişti gerçi, ticaretin ve getirdiği zenginliğin erdemi unutturmaması gerektiğine, ama insanlar hem zaaflı yaratıklardı hem de Spinoza’nın daha sonra söyleyeceği gibi, büyük bir çoğunlukla olan biteni hemen algılayabilecek bir güce sahip değillerdi (Spinoza, 1997). Daha sonraları mesela Girard’da mükemmel bir çözümlemede “ötekinin isteğinin” bireyi nasıl ele geçirdiğini ve tutsağı haline getirdiğini anlatmayacak mıydı? (Girard&Henry, 2016)

Taklitin (mimétisme), rasyonun çok önünde geldiğini, isteğin taklit yoluyla arzuya ve kıskançlığa dönüşüp, insan ruhunu ve bedenini nasıl tutsak ettiğini, dört başı mamur bir antropolojik kuram içinde, vermeye çalışmayacak mıydı? Girard, gerçekten de insanların, en az hayvanlar kadar taklite dönük olduklarını, bunun da bireysel dünyalarda olduğu kadar, toplumsal yaşamlarda da büyük tehlikelere gebe olduğunun altını çizecektir yapıtlarında. (Girard, 2010)

Yazara göre, insanın karşılıklı ve karşı konulamaz taklit eğilimi, şiddetin de temel nedenlerinden birini oluşturacaktır. Smith için de taklit, biraz değişik bir perspektiften ele alınacak ve Girard’dan farklı bir sıralama içinde de olsa kimi benzer sonuçlara yol açacaktır: “Taklit, Smith’te önce imrenilme isteğini harekete geçirecektir. Bu da zenginliğin ve zenginin taklidine yol açıp, iktisadi büyümenin dinamiğini oluşturacaktı. Fakat bu sonsuz bir döngü yaratmayacak mıdır” diye soracaktır, Smith? (Smith, 2016)

Mercure & Minerve

Zenginleşme arzusu, gerçekten (özellikle günümüzde) kendi tatmin edilemezliğinde “boşluk” ve “yokluk” duygusunu, sonra da şiddeti yaratmayacak mıdır?

“Ahlaki Duygular Kuramı’nda” Smith, modern zamanların ufkundaki bu vazgeçilmez dinamiğin eşiğinde belirecek büyük tehlikeye dikkati çekecek ve bu yüzden ticaretin tanrısı, Mercure’den de güçlü bir şekilde erdemin gerekliliğine dikkati çekecektir. Zenginliği yaratanın ticaret değil, temelde insan emeği olduğunu ileri sürecek filozof için bu büyük uyarı zaten kaçınılmaz olmayacak mıydı? (Smith, 2015)

Yer üzeri ölümlüleri ise duymak bile istemeyeceklerdi, filozofun tembihini. Filozof, zaten boşuna konuşan değil miydi? Ama her nedense Smith’in, zenginliğin sırlarını vermesine, kulaklarını sonuna kadar açacaklardı. Anlaşılan o ki zenginliğin tanrısı, o günden bu yana yer üzerinde en büyük saygıyı görecektir.

Tam burada ve konudan çok uzaklaşmamak kaygısı ile tekrar Mercure’e dönersek; ticaretin ve zenginliğin tanrısı, Amsterdam’ı küresel bir mağaza haline getirip, zenginliğin meyvelerini yer üzeri ölümlülerine tattırırken, bunun bitmez bir arayış haline getirileceğini zaten sezinleyebilecekti. Mercure, sanki kendine rağmen bir çıkış arayacaktı; aklını kullanmaktan çok duygularının selinde veya inançlarının körlüğünde, taklitle eyleme geçen insan soyuna ilişkin endişeleri yoğunlaştığında, Mercure’ün imdadına Amsterdam’da yine bir başka tanrı koşmaya karar verecekti.

Pırıltısını güneşten almaktan umudunu kesince, kendisini zenginleşmenin büyüsüne kaptırma yoluna giren, Amsterdam’ın loş ama büyüleyici ufkunda bir Tanrı daha belirecektir; Romalıların Minerve’si2 Mercure’ün ve insan soyunun yardımına koşacaktır. Modern zamanların ufkunu, Mercure ile paylaşacaktır Minerve. Borsanın hemen yanında, daha doğrusu karşısında yer tutacaktır kendine. Zordur işi Minerve’nin; karargâhını kurmak istediği borsa meydanının bir duvarında şöyle yazmamakta mıdır?

“Burada Mercure hizmet edilir
Tapılır hatta burada Mercure
Onurlandırılır burada Mercure”
Amsterdam borsası, bu tapınağa giren zenginleşme sevdalılarına hatta sarhoşlarına böyle seslenecektir.
Minerve işte bu sarhoşluğun kentine inecek ve onun için güç olacaktır işi.

Amsterdam

“Büyük mağazanın” sonsuz depolarında yığınla mal vardır. İlginç olan bu mallar kentin insanlarının tüketimi için değil, tekrar satılmak üzere depolanmaktadırlar. Üstelik yeni bir şey daha vardır, malların alıcıları ve satıcıları artık malı görmemektedir bile. Mal, süratle ve büyük bir gürültü içinde, hatta çığlık çığlığa “borsada” el değiştirmektedir. Malın paraya, onun da tekrar mala dönüştüğü, yepyeni ve tuhaf bir dönem açılmaktadır bu küçük kentte. Mal artık insanın ihtiyacı için değil, borsadan Amsterdam’ın göklerine çığlıklar içinde yükselen insan “arzusunun” tatmini için vardır. Tuhaf bir dönem açılmaktadır insanlık tarihinde; Amsterdam, sanki bu döneme laboratuvar olma işlevi yüklenmiştir.

Yeni zamanların büyük laboratuvarında, yeni bir insanın temel kriterleri de test edilecektir. Bu, insan “isteği” tarafından ele geçirilmiş olan mı olacaktır? Girard’ın belirttiği gibi taklitte oluşacak istek tümüyle ele geçirebilecek midir, modern zamanların insanını.

“Amsterdamlı bilge” uyaracaktır daha sonra yer üzerini. Var oluşun anlamı meta biriktirmeye veya artık “para” biriktirmeye dayanamaz diyecektir. Sanki reddettiği kutsal kitabın öğretisinden alıntı yapacaktır. “İşaya’yı”3 mı hatırlayacaktır: “Mal biriktirenden uzak durun” diyen peygamberin, kimi cümleleri usulca bilinç altının bir yerlerine yerleşmiş olmalıydı, rasyonalizmin büyük hocası Spinoza’nın. Daha sonraları da önce İskoç düşünürleri ve Smith, ardından Rousseau ve Marx’ta benzer uyarıları yapacaklardır, yer üzerinin sakinlerine.

Fakat filozofla alay edecektir insan her zaman; dönem mercator’un dönemidir.

Amsterdamlı ozan sanki bunu dile getirecektir, yeni zamanların kentinin tapınağına şu ilahiyi yazacaktır:

“Burada kazanç tutkulu “mercator” durmaksızın didinir.
Kar ve zarar onun tüm dünyasıdır.
Herkes en büyük payı edinme peşindedir burada,
Malın krallığı, Amsterdam’ ın asıl hükümdarı, borsadır.”

Evet zenginliğin ve ticaretin tanrısı Mercure bu kadarını istememiştir. Kuzeyin gizemli ufuklarında insanın tüm hayalini borsaya teslim etmek değildi amacı. Görünmezin iktidarına bunun için karşı koymamıştır bu kent; diğer bir görünmezin, kutsalın, iktidarı ile bunun için mücadele etmemiştir.

Amsterdam’da yeni bir hayalin despotizmine karşı koymak gerekecektir bu kez.

Evet yeni bir hayal oyunu başlayacaktır artık Amsterdam’da. Kurşuna boyanmış göklerinde dans eden hayaletler kadar romantik de olmayacaktır, üstelik bu yeni oyun. Az sayıdaki ağacın, kuzeyin hırçın ve sert rüzgarlarına teslim olduğu, buzullarla kaplanmış düzlüklerin ülkesinde mümkün olabilecek tek hayal oyunu bu olabilirdi sanki. Eski Çin’de ki hayal oyunu, bu kentte Mercure’ün de katkısı ile yerini Debord’un çok daha sonra “Gösteri Toplumu’nda” anlatacağı baş döndürücü yanılsamalara bırakacaktır. (Debord, 1996) Modern toplum çok daha sonraları bir yanılsamalar veya Debord’un deyişi ile bir görüntüler toplumu olacaksa, doğaldır ki bu önce Amsterdam’ın kanallara bakan soğuk duvarlı borsasında prova edilecektir.

İşte Minerve, bir görünüp bir yok olan fiyatların mercatorları çılgına çevirdiği, bu taş yapının karşısında yer tutacaktır.  Daha sonra Spinoza’nın ve Smith’in kuramlarının temel direkleri yapacakları temkini (prudence), öğretmeye çalışacaklardır o da. “Prudence” diyecektir önce Spinoza, Smith’te daha sonra “kâr” peşinde koşan “mercator” dahi eğer rasyonelse, temkin (prudence) tek pusulası olmalıdır diyecektir.

Edebiyatın, güzel sanatların, felsefenin tanrısı Minerve, borsa tutkununa, durmayı ve düşünmeyi anlatabilecek midir? Durmayı bilmeyen “yeni insan” yanılsamalı olana kendini kaptırabilecektir çünkü.

Anlamak, durmayı ve düşünmeyi gerektirir. Ama, ya “mercator’un” tek pusulası içinde kârın gizli olduğu fiyatsa ve fiyat artık arzunun dehlizlerinde de oluşuyorsa, mercatore durmak değil, buralarda hızla yol almak isteyecektir.

Minerve, estetiğin kalıcılığında evrensel olanı anlatmaya çalışacaktır, borsa tutkununa, arzunun taklidi yerine rasyoyu önerecektir.

Önce Spinoza, arkadan Smith, sonra da Marx’la ve tabii daha niceleri ile ekonomi politiğin (özellikle Smithyen Ekonomi Politik), zenginleşmenin ama aynı zamanda özgürleşmenin, aklın ve temkinin bilimi olarak yazılmaya başlanmasının sırları, bu gizemli kentte aranmaya başlanmıştır bile.

II- Minerve, Mercure’ü yalnız bırakmayacak

İstek, modern zamanların temel ve özneyi serbestleştirici dinamiklerinden biri olarak ele alındığında, öznenin özgürleşmesinin, bir anlamda isteğin ki ile koşut gittiği görülebilecektir. Ama bunun için bilinç ve doğal olarak akıl gerekecektir. Spinoza da buna işaret etmeyecek midir?  Şöyle yazacaktır: “Eğer insanların istekleri, aklı takip edebilseydi belki topluma ve yasaya gerek olmayacaktı. Ama insan tabiatı çok başka bir yapıya sahiptir.” (Spinoza, 1997)

Anlaşılan istek, aklı takip eden olmayacaktır, yeni zamanlarda. Kışkırtılan istek, kıskançlığı körükleyecektir.

Gemilerin durmaksızın mal boşaltıp yeniden doldurduğu limanı seyrederken bunları yazacaktır, Spinoza. Gerçekten de zenginlik, kanalların kentinde, bilim ve sanat olmadığında pusulasız kalmış olacaktı. Mercure, anlamını yitirecekti Minerve’siz. Amsterdam’ın göğü sadece borsadaki çığlıklara teslim olduğunda, kentin göğünde martılar bile uçma hevesini yitirmiş olacaktı. Üstelik Mercure -Tanrı’lar herşeyi bildiklerine göre- Munch’ın çok sonra içinde kaybolacağı ruh durumunu ve ünlü kıskançlık tablolarını biliyor olmalıydı. Munch’ın, kıskançlığın patolojisinde tükenmiş insanını tanıyor olmalıydı.

Borsanın mutlaka Minerve’ye, bilimlerin ve sanatların Tanrı’sına ihtiyacı vardı. Kıskançlığın üzerinde yükselen zenginleşme arzusunun çığlıkları arasında düşünmeye zaman bırakılmalıydı.

Modern zamanların henüz ufkunda “hız toplumunun” riskleri yürekleri daraltmaya mı başlamıştı?

Felsefe, durmaya ve düşünmeye çağırandır insanı her yerde, zenginliğin yığılması düşünceyi gerektirecektir. Entelektüeli gerektirecektir. Zenginleşme, kutsalsızlaşma ile birlikte modern zamanların devrimci düşünürünü -entelektüeli- yaratacaktır. Entelektüel öncelikle bu ikisi üzerine akıl yoran olacaktır. Akıl da ilk entelektüel portrelere aittir zaten. Descartes’la Spinoza, modern zamanların ufkunda, hem de yine bu kentin alaca karanlık ufkunu beyaza boyayan albatrosların arasında yükselmeyecek miydi?

Borsadaki çığlıklarla, albatrosların haykırışlarının birbirine karıştığı kanallar kentinin, iki dev rasyonalisti, zamanın bu noktasında konuk etmeye hazırlanması sıradan bir tesadüf mü olacaktı?

Servet birikimi ile entelektüel gelişme arasında önceliğin kime ait olduğu üzerinde çok mürekkep akıtılmış bir konudur. En azından şimdilik kuramsal tartışma bir yana bırakılırsa şu tespiti yapmakta bir sakınca olmayacaktır: “Amsterdam da –kuşkusuz daha önce Venedik, Anvers4 ve başka kentlerde de –modern zamanların başında bilim, felsefe ve sanatlar, zenginleşme süreçleri ile birlikte gelişecektir. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur. Yukarıda işaret edildi ama tekrar pahasına yazmak gerekecek; akıl, özgürlüğe ihtiyaç gösteren bilim ve sanatsız kendini geliştiremeyen olduğu kadar, zenginleşmenin gizlerini çözmek için de vazgeçilmez olandır.

“Güzel sanatlar” diye yazacaktır Spinoza: “Mükemmel olmayan insan tabiatını güzelleştirmek ve yetkin kılmak için son derece gereklidir” (Spinoza, 1997). Anlaşılıyor ki yeni zamanların ufkunda aklı kuşanacak entelektüele, kilit bir işlev yüklenecektir; zenginleşmenin simyasını çözecek ama aynı zamanda onun arzusunun tutsaklığında kaybolmamak için “belki de her zaman her şeyi algılayamayan insana” sorgulamayı öğretecektir.

Entelektüel, kutsaldan boşaltılmış yer üzerinde, modern zamanların taşlarının döşenmesinde anlaşılıyor ki vazgeçilmez bir yere sahip olacaktır.

Amsterdam artık dünyanın sadece mağazası olmakla kalmayacak, evrenin kütüphanesi de olacaktır.  Her eve kitap girecektir artık Amsterdam’da, yoksulların en azından bir kutsal kitabı, zenginlerin de bir kitap koleksiyonu olacaktır. Spinoza’nın ustası, Menasseh Ben Israel,5 örneğin hem din adamı olacak hem de kitap ticareti ile uğraşacaktır. Modern zamanların Babil’i olma ünvanını boşuna kazanmayacaktır, bu puslu kent.                                                                                                                                                                                                                                                      Fransa’da ve birçok ülkede bu dönemde ağır sansür egemenken, burada kanalların arasındaki sahaflarda ve kitapçılarda her türden kitap satılabilecektir. Kuşkusuz bu her zaman, her kitap için ve Birleşik Prensliklerin her eyaletinde böyle olmayacaktır ama her şeye rağmen Hollanda’da bu dönemde rekor sayıda kitap basılacaktır. Bunun nedeni tek olmayacaktır kuşkusuz ama yine de bu gelişme üzerine düşünürken akla ister istemez tekrar Hume veya Smith’in “tarihte beklenmeyen sonuçlar” teorisi gelecektir6.

Bugünün robot teknolojisi kadar önemli bir teknolojik yeniliğin dönüştürücü etkisi “Birleşik Prensliklerde bahis konusu ettiğimiz” yeni bir kimliğin, entelektüelin önünü açacaktır, ama en az onun kadar önemli başka bir gelişmeye daha olacaktır. Tipografinin gelişimi sadece entelektüeli değil, modern zamanların temel mimarlarından yeni bir sınıfın tarih sahnesinde yerini almasını sağlayacaktır. Fakat bu sonucun beklenmeyen olmasının nedenini vurgulamak gerekecektir. Öncelikle beklenmeyen sonuç, İspanyol dinselliğinin özellikle Yahudilere uyguladığı baskının sonucunda kaçabilen ve büyük tolerans kentine sığınan insanların Amsterdam’a teşekkür olarak bu büyük hediyeyi getirmeleri olacaktır. Matbaa özgürlüğü geliştirirken, kutsalın hükümranlığı da sorgulanmaya başlanacaktır.  Ve tarihi dönüştürecek yeni bir sınıfı emekleme çağından kurtaracaktır.

Jan Abrahamsz Beerstraaten, Amsterdam

Amsterdam’da ki kitapçılık sanayii, Avrupa’da haklı olarak ilk sırayı alacaktır. Bu ülkede sansür diğerlerinin tersine kitabın basımından önce değil sonra yapılmaktadır. Dinsel otoritenin tersine siyasal yetkili pek gönüllü olmayacaktır bir kısıtlamaya. Düşünce özgürlüğü sayesinde kitap basımı doruğuna varacaktır. Bir endüstri halini alacaktır nerede ise. Kitabevleri ilginç bir şekilde Avrupa pazarı için İbranice, Latince ve Yunanca’nın dışında Fransızca kitapları dahi basacaklardır; Minerve ile Mercure yeni zamanlardaki iş birliklerine   başlamışlardır.

17. yüzyılın başı ile sonu arasında kentteki kitabevi sayısı dörde katlanacak ve iki yüz yetmiş üçe varacaktır. Kâğıt tüccarları ve imalatçıları kârlarını arttırır iken istihdam da artacaktır.

Amsterdam da belli ki Minerve ile Mercure kol koladırlar; zenginleşme, özgürleşme ile ve bilimle yukarıya doğru kıvrılan bir sarmal oluşturmaktadır. Braudel’de bunu teyit edecektir zaten: “İktisadi modernite tam buranın merkezindedir. 15.yüzyılda Venedik’te olan 17. yüzyılda Amsterdam’da olacaktır. Burada tümüyle gerçek olmayan özgürlükler oluşur” tespitini yapacaktır büyük iktisat tarihçisi. (Braudel, 2014)

III-Amsterdam’dan bugüne sorular ve ilk ders

Braudel’in bu kentin özgürlüğünü “yanılsamalı” şeklinde tanımını, Smith daha sonra yeni zamanların sonsuz zenginlik arayışı için de kullanacaktı. Haksız olmayacaktı ikisi de… Bu kentte doğrulanacaktı bunlar. Gümüşe boyanmış kanal sularında her gün binbir hayal dans etmiyor muydu? Her zamankinden de çok Platon’un “gölge danslarını” hatırlatmıyor muydu, dünya burada. Borsa, bizzat kendisi düşlere ev sahipliği yapıp görülmeyen malların mübadelesinin yapıldığı yer değil miydi? Yeni çağın simyacıları burada yer tutmuşlardı; gerçekle hayal her gece sabaha kadar dans ediyorlardı burada.

Sabahlara kadar gemilerden indirilen siyah derili “insan-emtia”nın hayali de borsa ile limanın karanlık suları arasında dans edecekti. Hem de “kentin büyük bilgesinin gözü önünde”. Hayretle mi izliyor olacaktı, kendini kutsal adına yargılayanların buna göz yummasını? Belli ki bu alaca karanlıkta “Etika’sını” kurgulayacaktı. Merakta edecekti kuşkusuz; kendisini din adına yargılayanlar İşaya’ya hiç göz atmamış olabilirler miydi? Lanet etmişti İşaya durmaksızın zenginlik biriktirene.

Servet ve özgürlük, bilim ve sanatla birlikte bu kentte kuşkusuz büyüyeceklerdi ama tümü Amsterdam’ın ufkunda puslu gökyüzünün renklerine mi boyanacaktı?

Spinoza

Yeni zamanların Amsterdam’ının griye çalan sularının gölgesine sanki Çin’den ithal edilen hayal oyununun değişik bir kopyası yansıyordu. Erdem, bir yer kapabilecek miydi bu dalgalı sularda? Spinoza’nın dediği gibi, insan olan gökyüzünden korkmadan kendi etiğini oluşturamaz mıydı? Yoksa Minerve nihayet umudunu kesip, Mercure’den yolunu ayıracak mıydı?

Ama burada olup bitenler artık belliydi ki sadece bu zamana ve bu kente ait olmayacaktır. Yanılsamalar, sorularla birlikte o zamanın ve o kentin sınırlarını aşacaktır. Hatta onlar zaman içinde bir yolculuğu hızlıca yapıp, bugünün ve bu kentin de soruları olacaklardır.

Yine de bu önemlinin önemlisi sorulara cevap aramadan önce bu toprakların biraz dışına çıkmak gerekecek. Mekânda ve zamanda küçücük bir yolculuk yapıp yüzyılın lanetlisi bir yazarın masalını okumadan bu düğüm çözülemeyecektir. Başına gelecekleri tahmin edecek olan hikayeci, üzerinize alınmayın diyecektir; “insanları değil arıları anlatacağım ben”, iki toplumu kıyaslayacaktır Mandeville “Arıların hikayesinde”. Bir tanesi namuslu ve azla yetinen, nüfusu durağan, isteğin durmaksızın, sonsuza değin kendini büyütmediği bir toplum olacaktır bu. Diğeri, duraksamadan büyüyen bir insan toplumunun, sonsuz arzunun çığlıklarında, eşitsizliklerin kıskançlığında, lüksün tahrik ediciliğinde, bencilliğin ve ahlaksızlığın içinde arttıkça artan bir zenginliğin tutsaklığının kıskacında yaşayacaktır. Diyecektir ki Mandeville; bu arı toplumundan, ikinci gruba giren durmaksızın “ilerlerken”, diğeri yavaşça yitip gidecektir. Ne yapabilirim ki bilim ve sanat da burada değil diğerinde gelişecektir. (Mandeville, 2013)

Rousseau’da benzer bir şey mi diyecektir?

İşaya ne derdi acaba bu hikâyeyi okusaydı?

Amsterdam’a dönülürse; burada ki borsada yeri göğü inleten haykırışların arasında zenginleşme ve özgürleşme – her şeye rağmen -kol kola yürüyecektir. Albatrosların kentinin, Mandeville’in hangi toplumunu örnekleyeceği ilk soru olarak akla düşmelidir artık. Üstelik bu soru sadece o kent için değil, bu kent için de bugün cevabını beklememekte midir? Kaldı ki modern zamanların üzerinden bu kadar zaman geçtikten sonra zenginleşmenin kendi başına özgürlük olduğu da savunulmamakta mıdır bugün?

“Yüzyılın ahlaksızına” ahlaksız demeden önce bu çok temel soruya yanıt bulmak gerekecek. Bu büyük sorunun cevabında çünkü Amsterdam’ın bugüne ilk büyük dersinin ipuçları yatacaktır. Bugüne ders içinde yaşadığımız kente de ders olmayacak mıdır?

Sorunun yanıtı “Amsterdam” için açıktır. Mercure, arzuyu kışkırtacak fakat belki de istemeden Minerve’ye yolu açacaktır. İnsanlığın büyük çiçekleri albatrosların kanatlarında açacaklardır. Albatroslar, kutsalın ve siyasanın despotizminden kaçanları kanatlarına alacaklar, karanlık suların üzerinden uçarak onları bu kente insanlık adına hediye edeceklerdir. İki tavizsiz ürkek birbirleri ile kıyasıya tartışarak insanlığın yeni dünyasını oluşturacaklardır. Portekiz Yahudisi Spinoza ve büyük Descartes’a sanatın devi Rembrandt da katılacaktır.

Spinoza Heykeli, Amsterdam

Mercure yalnızlığı sevmeyendir. Geçmişindeki tüm günahlarına karşın Minerve’siz bu yer üzerinin yaşanmaya değer olmayacağını o söyleyecektir ve bu Amsterdam’ın bugüne ilk dersi olacaktır.

Notlar

1 Önemli bir Roma Tanrı’sıdır. Kârı, ticareti ve zenginliği simgeler.
2 Sanat, kültür, bilgelik Tanrıçası.
3 Tevrat’ta Yeşaya ismiyle bahsedilen bir peygamberdir.
4 Belçika’da bir liman kenti.
5 Haham, Spinoza’nın Hocası.
6 Bu teoriye göre tarih genelde insan eyleminin amaçlanmayan sonuçlarından oluşur.

İktisat ve Toplum Dergisi, “İktisadi Düşüncenin Evrimi”, Eylül 2017, Yıl 7, Sayı 83, ISSN 1309-9418 Ulusal Aylık Süreli Yayın dergisinde yayımlanmıştır.

Kaynakça

Braudel, F. (2014), “La Dynamique du capitalisme”, Paris: Flammarion
Debord, G. (1996), “La société du spectacle”, Paris: Gallimard
Girard, R. & Henry M. (2016), “Le désir de l’Autre”, Paris: Petra
Girard, R. (2010), “Géométries du désir”, Paris: L’Herne
Mandeville, B. (2013), “Fable des abeilles”, Paris: Berg International
Smith, A. (2016), “Théorie des sentiments moraux”, Paris: Rivages
Smith, A. (2015), “Richesse des Nations”, Paris: Institut Coppet
Spinoza, B. (1997), “Traité théologico-politique”, Paris: Flammarion

Write A Comment