Giriş
İki sayıdır sürdürülen ve şimdi(lik) sonlandırılacak olan bu çalışma bilimsel bir tez olmaktan çok kutsal – özgürlük – para – zenginlik – tolerans gibi genel olarak modern zamanlara ait kavramların serüvenini, aralarındaki ilişkiyi, belli bir kentin (Amsterdam’ın) özelinde sorgulamayı amaçlamıştır.
Doğal olarak asıl yapılmak istenen bugünün insanını bu kavramların ilk oluştuğu mekanlardan birine götürerek orada düşündürmek. Spinoza’nın, Descartes’ın, Erasmus’un, Rembrandt’ın ve ekonomi politiğin entelektüel tarihinin eşliğinde bunun ilginç bir yolculuk olduğu düşüncesindeyim. Bugüne oralardan bakmak bizim insanımız için özellikle anlamlı olacaktır.
Bugünü anlamak öncelikle arkeolojik bir kazıdan geçebilir. Ama hemen ardından şimdi ile bağlantı kurulduğunda görülecektir ki arkeolog süratle bugünün ekonomistine – toplum bilimcisine dönüşmüştür.
Nietzsche “Bugün ne var?” sorusuna “Hiç var.” diye cevap verecekti. Hiç, boşluk (néant) değil midir? Zenginleşmenin artık nerede ise yer üzerinde tek var olma biçimi olarak sunulduğu insan ola ki bu süreçte kendiliğinden bunun anlam(sızlığı) üzerine düşünmek isteyecektir.
Ama bu arayış ister istemez bizi Smith’e götürecektir. Zenginleşme arayışı ve “hiç”lik arasındaki ilişki daha rahat kurulabilecektir o zaman. Unutmamak gerekir ki Amsterdam’da filizlenen ekonomi oraya çok yakın bir yerlerde ve neredeyse aynı tarihlerde ilk olarak ekonomi politik ismi ile bir bilim olma niteliğini kazanacaktır.
O zaman şimdi Amsterdam yazılarının bu üçüncü dizisinde, kısmi bir tekrar pahasına da olsa tekrar kutsal adına yapılan boğazlaşmalara, oradan ünlü Nantes fermanına ve tabii o dönem fanatizminin büyük kalesi İspanya’ya gitmek gerekecek. (Cottret, 1997) Bu süreçte küçük Amsterdam’ın büyük İspanya ile savaşımının (iktisadi- siyasi boyutu bir yana) aslında fanatizmle, özgürlüğün evrensel mücadelesi olduğu vurgulanacaktır durmaksızın.
Fanatizmin bir insana özgü hangi tutkularla örtüştüğünü görmek için en iyi öğreticilerden biri de edebiyat olacağından Cervantès’ten, Molière’e büyük insan tabiatı analistlerinden yararlanmak gerekecektir. Edebiyat her zaman bilimlerin ilk laboratuvarı olarak bu işi o dönemde de en iyi yapan olacaktır. Ardından dinsel – siyasal ihtirasın, tutkunun modern zamanlarda çıkar ile dengelenme arayışlarını ve bunun sınırları görülmeye çalışılırken ekonomi politiğin gündeme geleceği sezinlenecek ve bunun özgürleşme süreçleri ile ilgili bağlantısı kurulmaya çalışılacaktır.
Özgürlüksüz zenginliğe yani “hiç” liğe mahkûm edilen bugünün insanına Amsterdam’dan ders ve soru kendiliğinden ortaya çıkacaktır böylece.
I-Siyasetin tutkusu kutsalın ihtirası ile birleştiğinde…
Birleşik prensliklere (Hollandalılara) karşı ilk aşamada savaşı kazanan İspanyol komutan Papo Piev onlara zaferinin simgesi olarak bir kılıç ve bir şapka yollayacaktır. Kılıç, rahibin yer üzerindeki iktidarının geçici sembolüdür. Şapka ise din savaşlarına, kutsalın – gökselin verdiği bir korumadır. (Méchoulan, 2014, p:16)
Mutlaka denizler üzerindeki egemenlik haklarının paylaşımından geçerek diğer siyasal – iktisadi nedenlere kadar bir dizi nedenin de görmezden gelinemeyeceği bu savaşın, yine de etkin nedeninin altını çizecektir böylece İspanyol komutan. II. Philippe’in temel sorununun siyasi – iktisadi olmaktan çok katolikliğin kutsalını savunmak olduğunu ileri süren az sayıda tarihçi olmayacaktır. “Kutsalın tutkusu,” dinsizlerin (ve özellikle Amsterdam’lıların) hükümdarı olmaktansa tüm İspanya’yı kaybetmeye hazırım” dedirtecektir bu fanatik “inançlıya”. Kim bilir belki de “fanatik” olunmadan inançlı olunur mu diye düşünecektir gecenin yalnızlığında?
Bu ihtiraslı fanatik, kısmi iktidarı, dönemin güçlü hükümdarı babası Charles Quint’ten devralacaktır. “Dinin en saf ve el değmemiş bir şekilde muhafazası” kralın büyük vasiyeti olacaktır oğluna. Engizisyon devam edecektir anlaşılan. İspanya sadece saf katoliklerin ülkesi olacaktır. Başka dinlerden buraya geçenler dahi ancak belli şartlar içinde ve yaşam boyu sürecek denetimlerle ancak kabul edileceklerdir.
Saf inancın! gerçekleştirilmesi gökle yeri birleştiren büyük bir amaç olacaktır İspanya için. Bu uğurda içerden dışarıya her yer talan edilebilecektir, yağmalanabilecektir. Talan ve katliam kaçınılmaz olarak içerde Yahudilerden başlayacak, yeni keşfedilen ülkelerin sakinlerine kadar her coğrafyayı ve herkesi kapsayabilecektir. Buralardaki altın artık kanın kızılına boyanmış olarak götürülebilecektir ana kıtaya. Yahudiler de Katolikliğin Tanrı’sını kabul etmediklerinde yok edilebilecekler, en iyi ihtimalle de sürgüne gönderileceklerdir. Protestanlar ise kuşkusuz büyük düşmandırlar II. Philippe için ve küçük Amsterdam dize getirilmelidir.
Bütün bir 16. yüzyıl böyle devam edecektir ama zaten her taraf bu yüzyılda kana boyanmış değil midir?
Parival söyle bir not düşecektir “çelikten bir yüzyıl” olarak adlandıracağı yüzyılı anlattığı kitabının başına: “Muhteşem olarak adlandırılan bu çağ aslında beddualı bir dönem olacaktır insanlık tarihinde. Önceki yüzyıldan devraldığı vahşeti, kan ve gözyaşını devam ettirecektir bu yüzyılda. Adaletsizlik ve bitmez insan kıyımları durmak bilmeyen kanlı seller oluşturacaktır.” (Parival, 1665 )
Gerçekten de insan çığlıkları ve yakarışları göklere yükselecek ve kutsalın tutkulu savunucuları bu kez sanki olan bitende hiç payları yokmuş gibi tehditkâr bir şekilde parmaklarını sallayıp “büyük ve son yargı gününün geldiğini” dahi söyleyebileceklerdir.
Kutsalın tek ses istemesi ile merkantilizmin tek ses savunusu tesadüfen mi bir araya gelecektir? Ekonomi ve siyasal yaşam despotizmin karanlığını yansıtacak, bu gündelik hayatın her noktasına yansıyacaktır. İspanya’nın pürüzsüz ve aydınlık gökyüzü kızılın karanlığına boyanacaktır sanki. İhtiraslı insan, tutkusunun körlüğünde yer üzerinden öte tarafa kadar her yeri biçimlendirmeye soyunabilecektir. Yağma edilen zenginlik bu tutkulara güvence sağlayacaktır. İlginç bir diyalektik oluşacaktır sanki. Zenginlik yağmayla geldiği için despotizme, kutsal da despotik niteliği ile savunulması ve takdir edilmesi için zenginliğe ihtiyaç gösterecektir.
Özgürlük de birey de bu çıldırtıcı aydınlığın ülkesinde henüz boy gösterememişlerdir.
Smith, puslu bir gökyüzünün altında ve yaklaşık bir yüzyıl sonra bilgece tahlil edecek, gücün ve zenginliğin anatomisini şöyle yazacaktır: “İnsanlar genel olarak zenginlere ve güçlülere hayranlık duyarlar ve onlara imrenirler. Dikkat edilirse görülecektir ki insanlar sadece ve aslında bilgeliğe ve erdeme saygı duymazlar, hatta asıl zenginlere ve güçlülere imrenirler. Güçlülerin erdemsizliği ve çılgınlığı şaşılası bir şekilde onlarda itaat isteği yaratır. Yoksulların ve zayıfların durumları insanlar için çok daha az önemlidir. İhtirasın, tutkunun temelinde insanların saygısını ve beğenisini kazanmak arzusu yatar.” (Smith, 2016, p:157)
Teolojik baskının siyasi ve iktisadi despotizmle birlikte yere göğe sığamamasını anlamakta Smith yararlı olacaktır.
İspanya ‘ya dönüldüğünde II. Philippe her yere ve inançsızların ülkesine inancı götürmekte anlaşılıyor ki kendini vazifeli sayacaktır. Kutsalın elçisidir o. İnançsızların asla hükümdarı olamayacağına ve hükmetmekten vazgeçemeyeceğine göre yol tektir. Herkesin ve kanalların sessizliğinde yaşayan insanların inanca davet edilmesi gerekecektir!
Nantes fermanı ile yakın bir coğrafyada yer üstü ile öte tarafın iktidarı birbirinden ayrılmaya yüz tutmuşken II. Philippe sonsuz ihtirası ile tersine soyunmuştur. İspanya, Cervantès’in deyişi ile “Tanrının yer üzerindeki elçisi olarak ebedi adaleti sağlamaya adamıştır kendini.” (Cervantès, 2015)
İspanya siyasi – dinsel ihtirası ile kanlı yüzyılda azımsanmayacak bir yere sahip olacaktır.
II – Tutkuyu çıkarla dengelemek …
Siyasetin tahakkümünün kutsalınki ile birleşmesi bireyin belireceği toprakları çöle çevirirken toplumu da soluksuz bırakacaktır. Onu canlı ve özgür bir organizma değil de bir kullar yığınına çevirecektir.
Modern zamanlar bir anlamda buna başkaldırının soluksuz bir serüveni olmayacak mıdır?
Ama modern zamanlar aynı zamanda bir keşfin de hikayesi olacaktır; “ekonomi politik” yeni dönemlerin temel dinamiğini oluşturacaktır. Modern zamanlarla ekonomi politik birbirinin içinden süzülürlerken birbirlerini yapılandıracaklardır da. Çıkarın, insan eyleminin temel nedeni olarak tescili “ekonomi politiğin keşfi” ile mümkün olacaktır nerede ise. Bu yepyeni bilim de aslında onun üzerinde yükselecektir. Önce eskinin tüm ahlak kategorileri ile birlikte rafa kaldırılması gerekecektir. Çıkar egemenliğini eskiden boşalan yerde ilan edecektir çünkü.
Cervantès büyük bir öngörüyle bu anlatılanları önceleyecektir. Don Quijote ile bir dönemin artık kapanmak üzere olduğunun güçlü belirtilerini verecektir. (Cervantès, a.g.e.) Modern zamanların açılışının bir tür haberciliğini yapacak olan büyük İspanyol yazar, garip bir tesadüf eseri, kutsaldan ve siyasetten özgürleşmenin savaşımını verecek olan birleşik prensliklerin büyük bilgesi Erasmus’un öğrencisi olacaktı. Don Quijote’nin yazarı, şan, şeref kategorilerinin kapalı bir topluma ve aristokrasiye özgü olduğunu, artık zamanını doldurmuş olduğunu kendine özgü üslubu ile anlatacaktır. Zavallı Don Quijote az gülünç olmayacaktı artık anlamsızlaşan değerleri savunmak isterken. Cervantès mutlak olanla, despotik olanla ilişkisini kuruyor olmalıydı bu durağan değerlerin.
Molière de Don Juan ile aşağılayacaktır şan ve gurur tutkularını; kahramanlığın yüceltilmesi anlamsızdır diyecektir sahnede. Onun yerine daha gerçek ve basit bir duyguyu önerecektir. (Molière, 2012) La Misantrophe’da ise sahneye konacak olan aşk, gerçek aşk olacaktır. Aşığın sevgilisine kavuşması için kanlı bir mücadeleye gerek olmayacaktır. Yasal bir aşıktır o artık, serseri gezginci, nerede olduğu belli olmayan bir gezginci değildir. “Asalet içtenliktir sahte değerler istemiyoruz artık” deyiverecektir Molière. (Molière, 2013)
Corneille de tutkulu kahramanlığı eleştirecek bir oyununda, tek bir kişinin üç kişiye karşı savaşmasının anlamsızlığını vurgulayacaktır.
Pascal da geri durmayıp bu yüceltilmiş değerlerin aslında kendini beğenmişlik ve gerçeklerden kaçış anlamına geldiğini söyleyecek, Racine daha da ileri giderek bu türden tutkuların aslında küçük düşürücü olduğunu yazacaktır. (Hirschman, 2014)
Büyük bir dönüşüme tanıklık edilecekti görüldüğü gibi. Hirschman’ın da belirttiği gibi şan, şeref, kahramanlık gibi büyük tutkuların döneminin kapatılması belli bir amaç için yapılmış olmazsa da boşalacak olan değerler sisteminin yenilerince doldurulması gerekecektir; yeni bir var olma biçiminin habercisi olmalıydı bütün bu dönüşüm.
Çıkara sanki “görünmez bir el” yer açmıştı. Çıkar modern zamanların değer sisteminin özünü oluşturacaktır.
Durağan ve baskılı bir var olma şekli bitecektir artık. Özgürleşme kaçınılmazdır. Henüz Amsterdam’ın, Amsterdam olmasına da Spinoza ve Descartes’a da vardır ama cesetlerin yüzyılından, her şeye rağmen sezinlenebilen bir tür özgürleşme iradesi yayılmaktadır.
Özgürlük ve çıkar bu dönemde baş başa büyüyecektir.
İspanya ve onun simgesinde oluşan engizisyon ve fanatizmin saldırganlığı doruğunda olsa bile siyasalın kutsalla iş birliği yaptığı despotizm belliydi ki artık gücünü kaybedecektir. Tarih Spinoza’nın dediği gibi bir tür deterministik bir süreç içinde ara ara akla yer açarak veya tümüyle iradi bir planlama ile yürüse bile özgürleşmenin tadı ortalığı kaplamaya başlamıştır. Kimileyin kanın tadına bulaşsa dahi bu böyle olacaktır. Yer üzerinde yeni bir var olma şekli belirecektir. Mal da bu doğrultuda eski anlamını yitirecek, ihtiyaçtan kopup bağımsızlaşarak kendi için var olacaktır.
Çıkar ihtiyacı dahi dönüştürecekti anlaşılan.
Çıkarın bir değer olarak eskilerin yerini bu kadar çabuk alabilmesine Weber dahi şaşıracaktır: “Nasıl oldu da ahlaki anlamda en iyi ihtimalle göz yumulan bir uğraş –para kazanma işi- Benjamin Franklin’in ilahi dürtü diye tanımladığı şeye dönüştü?” diye soracaktır. (Hirschman, a.g.e.)
Soruya Mandeville aslında cevap vermemiş miydi ki? Kitabının nerede ise başında, o da şöyle soracaktı; “nasıl oldu da serseri hırsızlar bu çağda namuslu insanlar haline geldiler?” (Mandeville, 2013, p:7)
Anlaşılıyordu ki yeni zamanların başında birçok düşünür çıkarı, insanın siyasi-kutsal maskeli ihtiraslarına bir dengeleme öğesi olarak göreceklerdi.
Peki böyle bir şey mümkün müydü? Siyasal-kutsal ihtirasları çıkar dengeleyebilir miydi? Onların dehşetini azaltabilir miydi? Onun peşinde koşarak insanlar yok edici ihtiraslarından vaz geçerler miydi? Ama daha da önemlisi çıkar diğer tutkulardan daha mı az saldırganlığa itecekti insanları?
İnsanlığın bilinmezlerle dolu bir yeni dönemine girildiğinde temel sorun şu olacaktır anlaşıldığı kadarı ile yıkıcının yıkıcısı tutkular (passions) kutsalın egemenliğinin artık mesela Spinoza ile ciddi bir şekilde tehdit edilmeye başlandığı bir dönemde nasıl engelleneceklerdir. Tekrar etme pahasına; çıkar bunları engelleyebilecek miydi?
Başkaları ile beraber Montesquieu mesela buna olumlu cevap verecek, Pascal da daha önce: “İnsan şehvetten bile başarılı bir düzen çıkarmayı bilmiştir. Ne kadar da güzel bir düzen olmuştur bu” diyecekti.
Pascal’dan Mandeville’e oradan Vico’ya ve “aklın kurnazlığıyla” Hegel’e kadar, gelecek yanıtların arasında ortak bir payda belirecektir; yeni dönemlerin temel dinamiği çıkar yıkıcı tutkuları, siyasalın ve kutsalın despotik hırslarını dengeleyebilecek tek güçtür.
III-Amsterdam’da özgün bir arayış
Amsterdam’daki büyük özgürlük arayışı aslında bunun cevabını da içerecektir. Bu, II. Philippe’in kutsalın ve siyasanın baskısından kurtulma arayışına askeri yanıt kadar önemli olacaktır. Her ne kadar getirilecek cevap daha önce de belirtildiği gibi Mandeville’in, Montesquieu’nün tezine yakın duracaksa da görülecektir ki kentin bilgesi Spinoza ile bu sorgulama değişik renklerin ayrıntılarına bürünecektir.
Ama önce tekrar belirtmek gerekecektir; kutsalın ve siyasanın ihtirasında yangın yerine dönmüş dönemin dünyasında mal ve para mübadelesinin soluk soluğa yapıldığı bu liman kenti umut taşıyabilecektir hala insanlığa. Fénelon şöyle anlatacaktır: “İlk girdiğinizde sanırsınız ki burası belli bir halka ait bir yer değildir. Burası tüm ulusların ortak mekanıdır ve burası ayırımsız herkes için bir ticaret merkezidir.” (Fénelon, 1995)
Kutsalın fanatizminin övgüsünde zamanı durdurmak isteyen İspanyol kralı II. Philippe belki de öncelikle bu nedenle soluksuz bırakmak isteyecektir Amsterdam’ı ve bu kent de (kuşkusuz diğer siyasi- iktisadi nedenlerle birlikte) önce bunun için, özgürlük için başkaldıracaktır despotizme.
Merkantilizmin ülkesinde, zenginlik üretilmeyen ancak yağmalanıp el konulan olduğu için bu iktisadi düzenin özgürlüğe ihtiyacı olmayacaktır. Kutsalın tek seslilik ihtirası ekonomik düzenin despotik arayışı ile bütünleşecektir böylece. Çıkar ise merkantilizmin aşıldığı Amsterdam da Braudel’in dediği gibi hayali bile olsa özgürlük isteyecektir. (Braudel, 2014) Bu kentte zenginlik, üretilebilen, olacaktır çünkü. Kavganın çok da gerekli olmadığı düşünülecektir burada. Artık modası geçmiş ihtiraslı siyasal-dinsel kavgalar değil, malın etrafında bir uzlaşma aranacaktır. Zenginlik üretilebildiğine göre paylaşılabilirdi de. Montesquieu sanki burası için yazmıştır: “Yıkıcı tutkular, modern zamanlarda çıkarla dengelenebilirdi.”
Bu aşamada tekrar tutkulara dönüldüğünde Spinoza’nın tutkular analizinin ilk bakışta benzerlik gösterse bile Montesquieu’den veya Mandeville’den aslında farklılık gösterdiği anlaşılacaktır. Etika’sında Spinoza önce şöyle yazacaktır: “Bir duygulanış önce karşıt bir duygulanış ile ve azaltılacak duygulanıştan daha kuvvetli olan tarafından azaltılabilir ya da ortadan kaldırılabilir.” (Spinoza, 1965a, c: IV pr: VII) Burada ilk bakışta Montesquieu’nün dediği gibi siyasal dinsel tutkunun çıkarla dengelenebileceği düşünülecektir. Ancak daha sonra bunun bir ara durak olduğunu ve temelde akla güvendiğini ifade edecektir Spinoza. (Hirschman, a.g.e., p:43)
Amsterdam’ın bilgesinin çıkarı bir ara yol olarak görüp zenginleşmenin de güvenliği ve özgürleşmeyi sağlamak için zorunlu ve geçici bir durak olarak görmesi ilginç olacaktır. Şöyle yazacaktır zenginleşme isteği için: “Kentleri güçlendikçe, yurttaşlar daha güçlü ve özgür olurlar. Güvenlikleri özgürlüklerini arttıracaktır. Zenginlik insanları güçlendirdikçe, güvenliklerine daha çok dikkat ederler.”(Spinoza, 1965b, p:16)
Yine de Spinoza uyaracaktı; zenginleşme bir araç olmaktan çıkıp yer üzerinde bir var olma nedeni haline gelmemeliydi.
Kutsal adına yapılan kavgaların bitmesine daha vardı ama sanki Amsterdam bunun laboratuvarı olma işlevini yüklenmişti. Zenginleşme felsefe ile, düşünce ile kol kola yürüyecekti bu kentte. Yaşamanın özgürlükle örüleceği yeni bir dönem beliriyordu ufukta. Özgürlük, bireyi ve onun isteğini çağrıştırıyordu kaçınılmaz olarak.
Gün henüz ağarıyordu ama albatrosların sessizliği bozan çığlıkları arasında yepyeni bir üçlünün birlikte var oluş denemeleri yapılabilecektir artık. Para – mal – özgürlük üçgeninin temel harcını da tolerans atacaktır. Amsterdam ve isteğin teorisyeni, kentin bilgesi sessizce yerlerini almaya hazırdırlar. Kanalların kenti artık, özgürlüğün, zenginliğin ve düşüncenin kenti olmaya adaydır.
Emtia, çıkarın yol göstericiliğinde genelde puslu olan Amsterdam’ın gökyüzünün altında güvenlik içinde mübadele edilebilecekti. Tolerans da bu kentin temel dokusunu oluşturacaktı nerde ise. Gökyüzünün kimi zaman Rembrandt’ın yağlı boyalarını andırırcasına gölgeli karanlık renklere boyandığı bir kentti burası. Ve tutkuyu çıkarla aşmaya çalışırken bu büyük ustasının gölge oyunlarına başvuracaktı. Ekonomi politiğin teorisi henüz oluşmamıştır ama sanki bu kentin filozofunun ve ressamının fırça darbelerine uyum sağlamıştır.
Yeni, özgürlük getirici olarak düşünülecekti. Eski, kutsal – siyasal tutkuları ile geride kalmalıydı. Bunu da çıkarı ile davranan yeni bir sınıf sağlayacaktı. Fakat burada dahi kolay olmayacaktı bunlar. Eski, iktidarını bırakmak istemeyecek yeni çıkarı ile bütünleşmek isteyecekti ve ilginç olan ikisi de zora başvurabilecekti.
Albatroslar umudu kendi zıttı ile beraber taşıyorlardı bu kente.
Kentin iki dâhisi, Rembrandt ve Spinoza ilginç bir şekilde birisi yeni özgürleşenle, zengin sınıfla, burjuva ile iktisadi ve kültürel çatışmaya girip dışlanacak diğeri de filozof da kutsalın fanatizminin onu yok etme isteği ile karşı karşıya kalacaktı. (Streiff, 2002) Yahudi Spinoza’yı kendi dindaşları yok etmek isteyeceklerdir. Direnecektir Spinoza; öylesine ki bir efsaneye göre Rembrandt “Davut ve Saul” resmini Spinoza’ya ithaf edecektir. Spinoza Tevrat’taki onur ve direnme sembolü Davut olacaktır. İkisi de özgürlük için yaşamlarını ortaya koyacaklardı. Evet, çünkü her şeye rağmen yeni denenmeliydi. Ve bu kent kanalların içinde rüzgârın uğultusunda günün gölgeli aydınlığında özgürlüğün ve toleransın doğum sancılarını çekiyordu.
Amsterdam yeni dünyanın Babil’i idi. Orada da para ve özgürlük önce birlikte idi. Bu topraklarda benden başka ticaretle uğraşmayan yok diyen Descartes bile ilk gelişinden sonra tekrar buraya dönecek ve hayatının büyük bölümünü geçirecekti. Şöyle yazacaktı oradan Balzac’a: “Başka hangi ülkede böylesine mükemmel bir özgürlük bulabilirsiniz, nerede daha büyük bir sükunetle uyuyabilirsiniz?”
Bir İspanyol gülümsetecekti: “Kutsalın topraklarından uzaklaşıp, Amsterdam’a doğru yaklaşıldığında bolluk ilginç bir şekilde artıyor.”
IV – Dersler ve Sorular…
Fanatizm, Wallerstein’ın da belirteceği gibi çok şey kaybettirecektir İspanya’ya. (Wallerstein, 1980, p:174) Ülkede merkantilizmin tek sesliliği kutsalın takıntısı ile birleştiğinde mesela kendisine büyük bir ticari dinamizm kazandıran ama İsa’nın müridi olmayan! Yahudileri kaybedecektir. Tanrının yer üzerindeki elçileri! küçücük bir ülkenin, Birleşik Prensliklerin özgürlük istemi karşısında şaşkına döneceklerdir. Oraya dahi hâkim olamayacaklardır.
Yağmalanıp biriktirilen zenginlik bile Wallerstein’ın anlatacağı gibi erimeye yüz tutacaktır. Rembrandt’ın, Spinoza’nın ülkesinde neler olduğunu filozof şöyle yazma imkanına sahip olacaktır: “Herkese kendi karmaşıklığı içinde yaşama imkânı veriyorum. İsteyenlerin inandıkları için ölecekleri bir yer istiyorum. Yeter ki benim de sahi olanı bulmak için yaşamama izin verilsin. (Lettre a Oldenberg: p:30 )
Ölürken iki büyük vasiyet bırakacaktır kentin bilgesi: Temkinli ve kuşkulu olmayı.
Zenginleşmeden bahsetmeyecektir. Özgürlük ve toleranstan bahsedecektir bunu söylerken. Muhtemelen aklına uzağında ve karşısında olduğu kutsalın büyük ismi İşaya’nın cümlesi düşecektir, dar yatağında belki de kımıltısız kanalın sularına son olarak bakarken: “Zenginlik üzerine zenginlik katandan uzak durun.”
Bugüne ve bize dersten çok soru kalmışa benziyor.
Gölgeli resimlerin ve ürkek filozofun “gel gitli” ruh halinden albatrosun üzerinde kanatlanıp giden sahi’nin ardından koşmak kalıyor.
Kaynakça
Braudel, F. (2014), La Dynamique du capitalisme, Paris: Flammarion
Cervantès, M. (2015), Don Quichotte De La Manche, Paris: Gallimard
Cottret, B. (1997), 1598 L’Édit de Nantes, Paris: Librairie Académique Perrin
Fénelon (1995), Les Aventures de Télémaque, Paris: Gallimard
Hirschman, Albert O. (2014), Les passions et les intérêts, Paris: PUF
Mandeville, B. (2013), La Fable Des Abeilles, Paris: Berg International
Méchoulan, H. (2014), Amsterdam au temps de Spinoza, Paris: Berg International
Molière, J.B.P. (2012), Dom Juan, Paris: Flammarion
Molière, J.B.P. (2013), La Misanthrope, Paris: Folio
Parival, J.N. (1665 ), Abrege de L’histoire de ce siécle de fer, Paris: Bruxelles
Smith, A. (2016), Théorie des sentiments moraux, Paris: Payot & Rivages
Spinoza, B. (1965a), Ethique, Paris: Flammarion
Spinoza, B. (1965b), Traité Théologico-politique, Paris: Flammarion
Streiff, B. (2002), Le Peintre et le Philosophe ou Rembrandt et Spinoza à Amsterdam, Paris: Complicités
Wallerstein, I. (1980), Capitalisme et Économie – Monde 1450 – 1640, Paris: Flammarion
İktisat ve Toplum Dergisi, “Tiyatro Rafine Bir İştir”, Aralık 2017, Yıl 7, Sayı 86, ISSN 1309-9418, Ulusal Aylık Süreli Yayın Dergisinde yayımlanmıştır.