I – Modern zamanların başından itibaren zenginleşme isteği insan için temel eylem nedenlerinden biri haline gelecektir. Lüks isteği ile de birleşebilen bu arayış ekonomi politiğin ilk düşünürlerinin baştan itibaren sezinledikleri gibi süreç içinde güçlenecek ve günümüzde yeni zengin bir kesimin ortaya çıkması ile birlikte, yer üzerinde bir var olma biçimi haline gelecektir.

Önceleri tanrısal iktidarın ötelendiği bir dünyanın yeni bir ilahı olmaya soyunan maddi zenginlik ereği bugün radikal bir dönüşümle göksel olguyu da içselleştirebilmiştir. Günümüzde Hıristiyanlıktan İslam’a oradan Yahudiliğe, Budizm’e, Hinduizm’e, maddi zenginlik ve hatta lüks arayışı artık göksel olanla hiçbir çelişki yaşamadan yer üzerinin nerede ise istisnasız tüm toplumlarında meşruiyet kazanmıştır. Bugün “Radikal İslam Devletinin” önde gelen bir temsilcisi televizyon ekranlarında ünlü marka bir saatle “öte tarafı” anlatmaya dahi soyunabilecektir artık.

Tüketimin artması ile Rus oligarklardan, Hindistan’ın yeni mahatmalarına, oradan Brezilya’nın, Türkiye’nin ve Afrika’nın yeni varlıklılarına kadar zenginleşme ve lüks, saplantılı bir var olma biçimi haline gelebilecektir böylece.

Zenginleşme ve lüks bugün Batı ülkelerinin kapitalistleşme süreçleri sırasında yaşadıkları ile temelde benzeşecek fakat azımsanmayacak farklılıklar da gösterebilecektir.

Bugün modern sonrası dönemin toplumu, zenginleşme arayışlarını bir yandan “öte tarafın” da “onayını” alarak sürdürürken, “hiper bireyi” de lüksün tüketiminde görünme isteğini ve arzusunu tatmin edebilmektedir artık.

Gerçekten de bugünün bireyi “zenginlik” ve “lüks”te var olma arayışında değil midir? Debord’un deyişi ile artık sahip olarak var olmaktan, görünerek var olmaya geçilmemiş midir?

Bugün toplumların bir yandan içlerindeki öte yandan da aralarındaki gelir farklılıkları bir uçurum halini alırken ve üretim kitleselleşirken, fizyokratlardan Mandeville’e yapılan lüks övgüsünün izinden gidilmekte ve lüksün dünya ekonomisinin motoru olabileceği dahi ileri sürülmektedir.

Lüks harcamaların da ivmesi ile örneğin İtalya ve Fransa 2008 krizini aşmışlarsa, fizyokratlar gibi Montesquieulerin, Voltairelerin ve birçok 18. yüzyıl düşünürünün tezleri bugün için de geçerli olacak mıdır? Lüks harcamaların ticareti arttırıp halklar arasındaki yakınlaşmayı sağlayacağı, toplumsal zenginliği de, yukarıdan tabana doğru yayacağı tezini onaylamak mı gerekecektir bu durumda?

Daha da önemlisi bu durumda çoktandır unutulan, iktisat biliminin de uzun zamandır dışladığı bir tartışma artık tekrar gündeme gelmemeli midir? Zenginlik ve lüks arayışlarının “erdemle” ilişkisi üzerinde düşünmeye gerek yok mudur bugün yeniden? Etik bu yer üzerinde nasıl var olunabileceğinin bilimi değil miydi?

Bugün şiddetten yorgun düşen dünyanın temel sorunlarından biri etiğin “iktisadi arayış” temelli insan eyleminden dışlanması değil midir?

Şiddet Rousseau’nun üç yüz yıl önce yazdığı gibi zenginleşme eyleminin bizzat özünde yatıyorsa, lüks arayışı da aslında haset, kibir, kıskançlık ve ayırt edilme isteğinden kaynaklanıyorsa, günümüzün iki büyük saplantısına bu 18. yüzyıl filozofunun gözlüğü ile tekrar bakmak gerekmemekte midir?

II – “Mal edinmenin ve zenginleşmenin bilimi” olarak Montchretien ilk olarak “ekonomi politiği” yapıtının kapağında bastırdığında tarihler 17. yüzyılın ikinci yarısını gösterecektir.

Aristo için “ev yönetme sanatı” olan “ekonomi” nin anlamı temelden dönüştürülecektir bundan böyle. Montchrétien “zenginlik edinme sanatının” devlet ve ev yönetimi için benzer ilkeleri içerdiğini ifade edecektir.

Zenginleşme mikro ve makro düzeyde “ulvi bir amaçtır” insanlık için.

Bununla birlikte ekonomi politiğin bilimselleşme sürecinin somutlaşması için Fransa‘da Quesnay’lı, Tugot’lu fizyokratları beklemek gerekecektir. Bu süreçte Mandeville, Montesquieu ve Voltaire ile birlikte fizyokratlarca zenginlik, lüks ve onun aranışı kutsanacaktır; “zenginlerin lüks arayışı, en fazla kaçınılmaz bir kötülük olarak kabul edilmelidir. Bunun sayesinde refah halkın geri kalan kısmına yayılacaktır” diyeceklerdir bu entelektüeller Mandeville de, “Arıların masalında”, “lüks ve zenginlik arayışının olmadığı bir toplum yok olur” dememiş miydi?

Yoksulların refahtan pay almaları böylece kendilerine ilk olarak “ekonomist” diyen fizyokratlar tarafından, varlıklıların, zevklerinin peşinde harcama yapmalarına bağlanacak ve bize Reagan’lı Thatcher’lı ultra liberalizmin çıkış tezlerini de hatırlatacaktır.

Citton da buna “iğrendiren zenginlik” diyecekti (Yves Citton, Portrait de l’économiste en physiocrate s. 76).

Zenginlik ve lüks yine de erdemle uzlaştırılmaya çalışılacaktı henüz bu dönemde.

III – Daha başında ağır bir şekilde eleştirilecekti bu tezler. Linguet aynı dönemde şöyle yazmayacak mıydı zenginlik ve zenginler için; “zenginlik bir bireyin kendi etrafına yığdığı gereksiz bir kalabalıktan başka bir şey değildir. Bu yığın zaten genel olarak başkalarının sahip olduğu küçük şeylere el konarak elde edilmiştir. Kaldı ki zenginin merhameti de zaten daha önce başkalarından elde edilenin küçük bir iadesinden ibarettir.”

“Ekonomistlerin” ekonomi politiğinin bilim olarak tescili için henüz Smith beklenmektedir. Ama radikallikte Marx’ı dahi aratmayacak Rousseau’nun fizyokratları eleştirisi ise bir eleştiri olmak niteliğini çoktan aşmıştır bile.

Rousseau ekonomi politiği ve “ekonomisti” tümden reddedecektir. Bu konuda son derece net ve yalın olacaktır.

Öylesine radikal olacaktır ki tutumu, Fizyokratlar kendisine ekonomi politik üzerine yazdıkları bir kitabı gönderdiklerinde Rousseau kitabın kapağını bile açmayacaktır. Quesnay’e bir mektup yazacak ve  “bana bir daha lütfen kitaplarınızı yollamayın, aksi takdirde okumadan size iade edeceğim” diyecektir.

“Ekonomistlerin” kitaplarını hiçbir zaman okumayacaktır.

Buna karşılık bugün de olduğu gibi “ekonomistler” de muhtemelen Rousseau’yu okumayacaklardır. Sen veya Rawls’un dışında kimse onun yapıtlarını bir “ekonomi” projesi olarak dikkate dahi almayacaktır.

Fizyokratların övdüğü lüks Rousseau için kesinlikle iyi adetlerle çelişecektir. Voltaire’e şöyle yazacaktır; “Lüks, zenginlik simgesi olabilir, zenginliği arttırabilir. Peki, buradan ne sonuç çıkaralım istiyorsunuz? Ne pahasına olursa olsun erdemi hiç dikkate almadan sadece zenginleşmeyi mi önerelim istiyorsunuz?”

Ekonomi politiğin temel varsayımlarının ve projelerinin karşısındadır Rousseau; “başka birinin yoksullaşmasına katkıda bulunulmadan nasıl zenginleşilebilir ki” diye yazacaktır.

“Ekonomistlerin” temel hareket noktalarını reddedecektir: Onlar “doğal düzen” den yola çıkmamışlar mıydı? Ekonomistin doğal düzeni onun için “yasal despotizmin” düzenidir. Le Mercier de la Riviére için şöyle yazacaktır: “Doğal düzen dediğiniz aslında yasal bir despotizmin oluşmasına olanak sağlıyor. Doğrusu anlamış değilim bu yasal despotizminize doğal yasalardan nasıl geçiş yaptığınızı”.

Rousseau için doğanın yasalarına dayanarak bireysel çıkarı meşrulaştırmak, bunu da toplumsal çıkarın kaçınılmaz ve zorunlu yolu olarak göstermek, insanı ve eylemini hayvansı motiflere indirgemek demek olacaktı.

Rousseau fizyokratların “iğrendiren zenginliğine” sırt çeviriyordu. Ekonominin temel düzenleyicisinin de insan iradesi olması gerektiğini belirtiyordu. Doğanın yasalarına dayanarak ekonomi yönetilemezdi.

Fizyokratlar tıpkı Montchrétien gibi zenginliği konu edinmemiş miydi? Bilimlerinin paradigması çıkarının peşindeki hipotetik bir bireyin dünyasında rekabetin sağladığı etkinlik arayışı ile örülü değil miydi?

Faydasının peşinde ömür tüketen bu “yaratığın“ dünyasının kavramları Rousseau için ebedi “kötünün” simgeleri olacaktı. Zenginlik, lüks ve servet arayışı ne bir birey için ne de bir toplum için amaç haline gelemezdi Rousseau’ya göre. Hatta devletin zengin olduğu bir toplumda yoksul sayısı artar diye yazacaktı.

Ekonomi politik bilmediği ileri sürülecek olan Rousseau için “ekonomi üzerine düşünmek” böylece etkinlik üzerine düşünmek değil, adalet üzerine ve adil bir toplum üzerine düşünmek demektir.

Ekonomi politik ise iktisadi etkinlik üzerine kuruludur bu da adalet değildir. Böylece Rousseau’ya göre ekonomi politiğin sosyal ve politik bir felsefe oluşturmaya yönelmesi tehlikelidir.

Bu anlamda Smith gibi ahlak felsefesinin izlerini taşıyacaktır onun da ekonomi ve toplum kurgusu. İktisadi ilişkilerin egemen olduğu bir toplumsallaşma süreci şiddet üreteceği için reddedilecektir onun felsefesinde.

Ancak hasedin, isteğin ve kıskançlığın olmadığı, ekonomik ilişkilerle duygusal ilişkilerin birbirinin içinde geliştiği bir organizasyonda iyi egemen olabilecektir Rousseau ya göre.

“Böyle bir toplumda, kimsenin ayırt edilmek için lükse ve gösteriye ihtiyacı olmayacaktır” diye yazacaktır Rousseau. Zenginleşmek değildir Rousseau’ya göre yaşamın amacı. Onun için ekonomi politiğe tümden karşıdır.

Nitel bir toplum teorisi denemesi olarak nitelenebilecek midir Rousseau’nun toplum ve ekonomi teorisi?

IV – Proust yapıtlarında kıskançlığı ustaca anlatır. Kıskançlık duyanın acısını tasvir eder.  Diyojen: “İstek başka birinin bizim istediğimize sahip olmasının verdiği acıdır. Hatta bizim sahip olduğumuza başka birinin de sahip olması bizi kıskandırır” diye yazacaktı.

Başka birinin veya başka bir toplumun sahip olduğunu istemek veya kıskanmak bugün temel bir iktisadi dinamikse Proust’a göre insanlığın tümü acı çekiyor mu olmalı?

Zenginleşme bu acının ödülü gibi duracaktır o zaman.

Lüks ise bugün bir takıntı, saplantı haline dönüşmekte değil midir? Lükste aranan “ben” ile “diğerleri” arasında farklılık yaratmaksa, bu “biz” ile başka bir dünyaya ait olan “onlar” arasında düşmanlığı ve şiddeti de körüklemeyecek midir?

Debord “görüntü toplumunu” bir “var olma” biçimi olarak tanımlar. Birey burada artık sahip olarak bile değil görünerek var olmaktadır.

Hayalle gerçek birbirine karışmamış mıdır bugünün dünyasında aslında. Sonsuz zenginliğin tüketimin hayal oyununda varlık aranmaktadır. Ve oyun sürekli yeni baştan sahneye konulmak zorundadır. Lüksle ayırt edilmeyi arzulamak sonsuz bir tekrarı gerektirmemekte midir?

Çağdaş birey aslında fazlası ile kırılgan görünmektedir bugün. Vadedilmiş sonsuz hazzın dipsiz kuyusunda kaybolma korkusunda görünür olmak ihtiyacında değil midir bugünün bireyi?

Write A Comment