Bir ülkede ezenlerin arasında olmaktansa ezilenlerin arasında kalmayı tercih ederim.
Platon
I- Dünyanın merkezinde karanlığı savunabilmek…
Çöken sis nasıl da gizemli bir hale getiriyordu orta çağın sessizliğinde yükselen evleri. Hepsi birbirine yaslıydı sanki, birini çekseniz tümü devrilecek gibiydi. Her biri bir kanala açılan dar ve ıssız sokaklara bakıldığında bir çıkmazın içinde kalındığı düşünülebilirdi. Yine de gökyüzünde son hızla, çığlıklar atarak zikzaklar çizen albatroslar denizin çok yakında olduğunu düşündürecektir. Bu dönemecin arkası, soluk aldırmaz rüzgarından anlaşılıyor ki kuzeyin büyük dalgalı denizine, o da fırtınalı bir özgürlük yolculuğuna çıkarabilecektir sizi. Ama o çıkmaz görünen dar sokaklarda kıvılcımlanacaktır asıl özgürleşmenin ateşi.
Mesela bir yandan Rembrandt, sanata devrimci bir soluk getirecek, bir yandan ufak tefek kömür gözlü bir Portekiz Yahudisi, cüssesinden hiç beklenmeyeni yapmaya, insanlık tarihinin gidişine yön vermeye soyunacaktır.
Loş ve ıslak kanal sokaklarında karşılaşmamaları mümkün mü ki ikisinin de? Hele evleri birbirine bu kadar yakınken. Belki de evine resim dersi almaya gelen Spinoza’dan, Rembrandt “Saul ve David” için modellik yapmasını bile istemiştir. Yazgıları birbirine benzeyen “bu iki lanetli”nin böylece her biri kendi halkının en çıkarcı, en yobaz, en gerici kesimlerine karşı bir dayanışma oluşturmaları akla hiç de uzak düşmeyecektir.
Spinoza, Rembrandt’ın ricasını bir de bu nedenle kıramayıp “Saul ve David” tablosu için modellik teklifini niye kabul etmesindi? Ya Rembrandt, David’le Spinoza arasında nasıl bir benzerlik kurmuş olabilirdi?
Ama ikisi de büyük özgürlük savaşçıları değiller miydi?
Spinoza yine de uyarmış olmalıydı Rembrandt’ı; “bizimkilerin beni dışladıkları gibi sizin egemenler de sana cephe alabilirler” demiş olmalıydı.
İlginç değil midir iki büyük özgürlük arayıcısının, dünyanın en özgür kentinde, kendi cemaatleri veya kendi halkları tarafından baskı ve şiddete maruz kalmaları.
Spinoza’nın kuzeyin soğuk, sisli, gölgeli ışık oyunlarının büyüsündeki kentte gerçeği aramasına izin verilmek istenmeyecekti. Gerçek çünkü küçük Yahudi toplumunun dinsel yöneticilerinin elindeydi.
Albatrosların kurşun renkli göklerinde, özgürce uçuştuğu, bu kentin havası, Spinoza için de Rembrandt için de nefes alınamaz hale getirilecekti.
II- Gölgenin halkı
Denize açılan limanlar insanlara muhtemelen martılarla, uzağın ve sonsuzluğun bilgisini taşıdıklarından, özgürlüğün kenti olarak bilineceklerdir. Bu genel olarak doğru bir yaklaşım olsa da limanların üzerinde yaşayan her toplum için doğru olmayacaktır. Toplumlar kendi tarihsel koşulları içinde de davranacaklardır. Amsterdam’da da böyle olmuş, kentin büyük özgürlüğüne rağmen Martin Buber’in deyişi ile Yahudiliğin yetiştirdiği en büyük deha olan Spinoza ağır bir baskı ile karşılaşıp toplumdan dışlanabilmiştir. Yahudi’yi dışlayan (altını çizmek gerekir) dış dünya olmamış, Yahudi’nin bizzat kendisi olmuştur. Kendisini “öteki” olarak algılayan dış dünyayı, “yabancı” olarak algılayan Yahudi bu kez bununla da yetinmeyerek, kendisi ile aynı görüşte olmayan Yahudi’yi de “öteki” olarak ilan edebilmiştir.
Yahudi’yi dışlayan “yabancı” şimdi, Yahudi’nin bizzat kendisi olacak üstelik bu tarihsel açıdan ne ilk ne de son olacaktır.
Siyasal ve kamusal alanda görünmez kılınmak istenen Yahudi, garip bir diyalektik yaklaşımla kendi kendisini sanki “gölgenin halkı” olarak ilan etmek isteyecektir. Bunun nedeninin salt bir güvenlik sorunu olduğunu ileri sürecektir üstelik.
Bu tezde haklılık payı olsa da tarihsel açıdan ciddi yanlışlar içerecektir. Öncelikle, gölgede kalmak gerçekten bunu isteyen dış toplumun işini kolaylaştıracaktır. Fakat ondan daha vahim olan; dış dünyadan soyutlanmış bir yaşantı, dinsel yöneticinin, küçük toplumun tek ve meşru yöneticisi olmasına giden yolun açılmasını hazırlaması olacaktır. Yahudi toplumu ve üyeleri için özgürlük tümden hayaldir artık.
Gölgede kalmayı öneren dinsel yönetici, tarihin kutsalın iradesi sonucunda oluştuğunu ileri sürecektir.
III- Tarihi kim yapar?
Leibowitz diyecek ki: “Tanrı’nın tarihi yaptığını söylemek denli komik bir şey düşünemiyorum.”
Spinoza’dan Marx’a zaman zaman Troçki’ye ve daha başkalarına kadar birçok düşünür tarihi analiz etmek için önce Yahudiliği reddedecektir ve bu tesadüf olmayacaktır.
Bunun büyük nedeni egemen dinsel sözcülerin, tarihi, kutsalın iradesiyle açıklamaya soyunmaları değil midir? Halbuki tarihin kendine özgü dinamikleri vardır. Ve bunlar yarı mistik yarı gizemsel söylemlerle açıklanamaz. Kutsalın söylemiyle hiç açıklanamaz.
Tarih boyunca Yahudiliğin dinsel yetkililerinin aynı zamanda tek toplumsal önder konumunda olmaları ve mesela bu topraklar üzerinde batıdakine eş bir aydınlanmanın yaşanmamış olması Yahudiliği anlatılan çıkmazın içine kilitleyecektir. Hezekiel’den Spinoza’ya oradan Freud ve Buber’e büyük bir bilgelik içeren Yahudilik, bugün Amsterdam’ın “Yahudi mahallesinden” çıkan, acı veren benzer fetvaların anlayışına kilitleyecektir.
Vahim olan bu ufuksuzluğun, kuruluş sürecinin tersine, İsrail’in politik iktidarının dünya algısını kuşatmış olmasıdır.
Martin Buber’in mesela bütün uyarılarına karşın bugün ülkenin yöneticileri “survivor halkı” ünvanını “gölgenin halkı” ünvanına tercih ediyor görünmektedirler.
***
Sormak istiyoruz:
Tarihsel ve siyasal meşruiyet sadece yaşanmış çok büyük acıların üzerine kurulabilir mi?
İlgili yazı, 21 Mart 2018 tarihli Şalom Gazetesinde yayınlanmıştır.