Metin Hoca’yı “İktisadî Düşünce Grubu”nun ilk Çalıştay’ında tanıdım; daha sonra bütün Çalıştay’larda birlikte olduk. Galatasaray’da öğrenim yaptığını o zaman öğrendim. Benden genç olduğu için kendisini okulda tanımamıştım. Daha ilk karşılaşmamızda soyadı doğallıkla dikkatimi çekti. Benim ilk eşim de bir İstanbul Yahudi ailesinden geliyordu. İlişkimiz yeterince geliştiğinde, kendisine, benim çocuklarımın da anadan Yahudi olduklarını söyledim; çok ilgilendi. Dolayısıyla aramızdaki sevgi ilişkisi yalnızca iktisadî düşünce alanına duyduğumuz ortak ilginin ötesinde, “Yahudilik sorunsalı” diye adlandırmayı uygun gördüğüm alan içinde gelişti. Yahudilik konusunda kendisine ilk söylediğim şey, benim gözümde, çağdaş dünyayı, çağdaş düşünceyi bir ölçüde anlayabilmenin temel koşullarından, hatta temel koşulunun, 20ci yüzyılın tanık olduğu korkunç soykırımları, özellikle Shoah’yı düşünmeye çalışmak olduğuydu. Bu konuda bütünüyle anlaşıyorduk, doğallıkla. Bana, Türkiye Yahudilerinin yaşadığı güçlükleri, hedef oldukları baskıları, kendi ailesinin hangi trajik koşullarda Edirne’yi terk ederek İstanbul’a göç etmek zorunda kaldığını ayrıntılarıyla anlattı. Yahudi düşmanlığının Türkiye’de büründüğü kılığı somut örneklerle kendisinden öğrendim. Bu düşmanlığın üniversite yaşamında da önüne çıkardığı güçlüklerin, dışlamaların kendisini ne denli üzdüğünü, hırpaladığını yüreğim sızlayarak, bir biçimde utanarak, dinledim kendisinden.
Ölüm haberini Ercan Hoca’nın bir mesajıyla öğrendiğimde gözlerime, kulaklarıma inanamadım. Hiç şüphesiz yanılıyorum diye mesajı tekrar tekrar okudum. İnanamıyordum, hala inanamıyorum. Hala, bir türlü bitemeyen yürek daraltıcı kötü bir rüyadan kurtulmayı, yeniden bildik yaşama, sevdiklerimizle birlikte sürdürdüğümüz her günkü yaşama dönmeyi bekliyorum sanki. Önümüzdeki Eylül ayında yeniden düzenli biçimde düzenlemeyi arzuladığımız Çalıştay etkinliğinde Metin Hoca’ya götürmek istediğim bir öneriyi hiçbir şey olmamış, hiçbir şey, henüz, geriye dönüşsüz biçimde bitmemiş gibi kafamda geliştirmeye çalışmaktan kendimi alamıyorum. Son zamanlarda Engels üzerine yaptığım bir çalışmada Moses Hess adlı düşünürün kişiliği çok dikkatimi çekmişti, hemen Metin Hoca’yı düşünmeye başlamıştım. Moses Hess’in Engels üzerinde, bir ölçüde de Marx üzerinde etkisi büyük olmuş. Öyle ki, Engels’i komünizme yönlendiren kişilik bu düşünür olmuş. Ödün vermez bir kararlılıkla hem özel mülkiyet hem din karşıtı katıksız bir tanrıtanımaz devrimci olan Moses Hess, aynı zamanda “Yahudilik sorunsalı”nı derinlemesine sorgulamış ve çözümlemiş bir kişilik. Felsefî ve varoluşsal düzeyde son derece kapsamlı bir proje geliştirmiş: Spinoza ile Hegel’i bir sentez içinde birleştirmeye çabalamış. Hess’in projesi, Hegel’in Spinoza’yı bütünlediği varsayımından hareket ediyor. Spinoza düşünsel yaşamla maddi, fiziksel yaşamı birleştirmeyi amaçlıyor. Hess’e göre Hegel’in felsefesi bu amaç yönünde sürdürülen en yetkin düşünsel çaba. Spinoza “düşüncelerin düzen ve bağlantısı nesnelerin düzen ve bağlantısının aynıdır” diyor. Hess, Hegel’in, Ruhun Fenomenolojisi’nde, bu “aynılık”ın olanaklılık koşullarını derinlemesine irdelediğini, düşünce ile fiziğin ne tür bir serüven sonucu örtüşüp özdeşleştiğini gözler önüne serdiğini düşünüyor. Hegel, “hakiki olan yalnızca töz (cevher, Substanz) değil aynı zamanda özne’dir(Subjekt)”derken kapalı olarak Spinoza’ya gönderme yapar. Metin Hoca’ya Hess’in bu projesini yakından inceleme önerisini yapmak istiyordum. Önümüzdeki Çalıştay’da kendisine: “sen, şu ya da bu nedenle Spinoza’ya takılmışsın, ben Strasbourg’ta Bataille-Derrida damarından beslenerek Hegel’e takıldım. Gel oturalım, birlikte Moses Hess’in Spinoza-Hegel sentezinin akıl yürütmelerini, kanıtlarını inceleyelim; hem kendimizi daha iyi anlayabiliriz belki hem de sevgimizi güçlendiririz” demek istiyordum. Şu bir türlü bitmeyen karabasandan kurtulup uyansam da, heyecanla beklediğim İstanbul Çalıştay’ında Metin Hoca’ya bu önerimi götürsem…
Ragıp Ege
Professeur émérite – Université de Strasbourg