* İktisadi Düşünce Girişimi-V. Çalıştay’da Sunulan Bildiri, 2012 Ankara

“La Bruyére’den Moliére’e insan tabiatının, Smithyen ekonomi politikteki yeri ve anlamı üzerine bir deneme”

Konuşmama La Bruyére’den bir alıntıyla başlamak istiyorum.

La Bruyére iş adamına hitap ediyor diyor ki, “Odanıza girmek istiyorum, size ihtiyacım var. Uşaklarınız şöyle cevap veriyor; efendimiz şu anda meşguldür. Bir saat boyunca sizi bekliyorum. Çıkıyorum bir saat dolaşıp geliyorum, uşaklarınıza soruyorum; efendimiz dışarı çıktı diyorlar. Ey işadamı soruyorum size, bu gizli saklı büronuzda ne iş yaparsınız? O kadar mı meşgulsünüz ki bana ayıracak hiç vaktiniz yok? Ne iş yaparsınız siz? Bütün gün imza mı atarsınız? Benim de sizden istediğim oydu zaten. Hepimizi bekleterek ender bulunan, kıymetli olan mı olmak istiyorsunuz? Size bir ipucu vereyim, size bağlı olanlara hizmet ederseniz, kıymetli olursunuz. Kendinizi bu şekilde, gösterirseniz önemli ve değerli olursunuz sayın önemli iş adamı.

Sizin de bana ihtiyacınız elbet olacaktır bir gün. O zaman gelin, beni büromda yalnızlığımın içinde bulacaksınız. Filozof ulaşılandır. Sizi asla geri çevirmeyeceğim. Beni, Platon’un kitaplarını incelerken bulacaksınız, ruh üzerine çalışırken bulacaksınız, ruhun bedenle farklılığını araştırırken bulacaksınız veya belki de Satürn’le Uranüs arasındaki farklılıkları araştırırken bulacaksınız, tarihi araştırırken, dahi olmayı araştırırken bulacaksınız. Gelin gelin, tüm kapılarım sonuna kadar size açıktır. Benim bürom sizi bekletirken sıkılmanıza neden olmak için yapılmamıştır. Yanıma kadar haber vermeden geliniz. Bana eğer altından ve paradan kıymetli bir şey getiriyorsanız sizin için ne yapabilirim? Kitaplarımı atayım mı, incelemelerimden vazgeçeyim mi istiyorsunuz? Para insanı, iş insanı öyle bir ayıdır ki doyurulamaz, iş adamı ehlileştirilemez.  İş adamı çok önemlidir, edebiyat ve bilim insanı önemsizdir. Ona her zaman herkes ulaşır. Giyinik veya çıplak, hasta veya sağlıklı herkes ulaşır. O önemli olamaz ve önemli olmayı isteyemez”.

Şimdi konuya girmeye çalışacağım. Bir yanda literatür, bir yanda antropoloji. 17. yüzyılda, Pierre CorneilleJean RacineMoliére ve Blaise Pascal’ın klasik yüzyılında literatür ve antropoloji bugünkü anlama gelmiyordu. Literatür o zamanlar, temel olarak bilgi ya da bilim anlamına geliyordu. Antropoloji ise Latinceden geliyordu. İlk defa Almanya’da kullanılmıştır ve orada anatomi anlamında kullanılıyordu. Fransa’da 17. yüzyılda teoloji ve antropoloji anlamına geliyordu. Literatürün bu günkü anlama gelmesi 18. yüzyılın sonunu buluyordu. Öyleyse bu terimleri Klasik Döneme uygulamak anakronik olmayacaktır.

Bu döneme bilindiği gibi ahlakçı (moraliste) dönem de denilmektedir veya hayatın filozoflarının (Philosophes de la vie) dönemi de denilebilecektir. Klasik dönemin yazarları, “insana” dair bir söylem oluşturmaya çalışacaklardır.

İşte insana dair bu söylem, antropolojinin de temel konusu olmayacak mıdır daha sonra?  Edebiyat klasik dönem Fransa’sında, insan bilimleri ailesinin en önde geleni, en dikkat çekicisi olacaktı. Onun için bu dönemin yazarları insan üzerine bir söylem tutturacaklardır. Edebiyat ve antropoloji böylece hem içerdikleri temel konular itibariyle birbirine yakın iki alan gibi duracaklar, hem de bu iki disiplin organik açıdan birbiriyle bağlantılı olacaktır. En azından 20. yüzyılın ortasına kadar böyle olacaktır. Antropoloji, bundan sonra hümanizmin temelini de oluşturacaktır.

Bu ahlakçı yazarlar net bir şekilde bir dünya görüşünün, bir “imago mundinin” temsilcisiydiler. Bunlar, böylece bir çalışma biçimi oluşturmuşlardır.

Edebiyat, bir tanıma göre bizi, hepimizi içine alan genişçe bir iletişim biçimi ise zihinler arasında bilinçli bir alışveriş mekanıysa, herkes için en ortak ve insan tabiatının ortaya konabildiğiyse, kendini ona çıplak bakılabildiği bir mekan olarak ortaya koyacaktır. Öyleyse edebiyatın antropolojiye hazır bir işlenmiş mekan oluşturma, bırakma, verme gibi bir avantajı da olacaktır. Montaigne bunu çok iyi anlatmıştır. Sadece edebiyatta ideal tipler ortaya konacak, varlıkların ve bizzat kendimizin tanımlayıcı duygularına ve tutkularına ancak orada rastlayabileceğiz. Ancak orada, “ötekiyle” birlikte davranışlarımızı tanıyacağız ve bilince varacağız.

Klasik antropolojide buna karakter diyeceğiz. Tabi ki süreç içinde edebiyattaki araştırma ve sorgulama genişledikçe bilinmez ufuklara doğru yelken açıldı. Kozmografiden, mikro kozmografiye oradan haritacılığa, tıp bilimine kadar konu kendini götürmeyi zorunlu kılacaktır. Gerçekten de klasik antropolojide karakter kavramı merkeze oturmuştur. Ama Montaigne’nin dediği gibi bütün veriler birbirine eğik açıdan bakacaklardır.

Montaigne’nin denemelerinin yayınlanma tarihi olan 1580’den, Chamfort’un 1794’te yayınladığı ve ahlaki fikirler tarihinin neredeyse önemli bir aşamasının bitişini vurgulayan eseri arasında bu moralist, bu ahlakçı yazarların dönemi okunacaktır. Sonuç olarak klasik dönemi bir hümanizmanın dönemi olarak da niteleyebiliriz.

Bu dönemin temel sorusu nedir? Bu dönemin temel sorusu Moliére’i işlediği bendir. Büyük usta yapıtında soracaktır; “Kapı çalınınca içeriden seslenecektir; “Orada kim var?”. Kapıdaki cevap verecektir; “Ben”. Büyük usta asıl sorusunu sorduracaktır; “Ben, kim?”. Temel sorusu olacaktır klasik dönemin, benin kim olduğuna cevap vermek. 

Moliére beni, şekil beninin ötesinde vurgulayacaktır. Ben kimdir? Moliére’de diğer bütün klasikler gibi ortaya koyacaktır. Aristo’dan Saint Thomas d’Aquin’e kadar olan süreç, yeni hümanizmanın üzerinde olanca ağırlığını hissettirecektir.

Varlığını garanti altına almış birey için artık temel sorun, “varoluşçu” süreçte oluşan karmaşayı bitirmektir. Bu durumda en önce mekan düzenlenmesi önemsenecektir. Hem de bir tek fiziki mekan değildir düzenlenmeyi ve yapılandırılmayı bekleyen. Ahlaki mekan da düzenlenmeyi ve yapılandırılmayı bekleyecektir.

Yaşam biçimi ve yaşam oluşturulması gündeme gelmeden, hiçbir var olma biçimi mümkün değildir. “Ötekinin” de var olması mümkün değildir. Blumenberg diyecektir ki; “Benim öz benim inceltilmiş, yalınlaştırılmış, berraklaştırılmış bir okumayı beklemektedir. Aynen dünyanın, aynen “ötekinin” okunabilmesi gibi”.

Tam burada karakter tipografik bir işaret olarak ve bir “existentiel” gösterge bilimin egemen unsuru olarak yani bir zamanlar denildiği gibi “prudence” (temkin) sanatı olarak belirecektir. Bu durumda karakter kavramı görülüyor. “Prudence” ile bir bellekle neredeyse bağlı görünmektedir. 

Moliére için temel kural klasik anlamda akıl ve sağduyu bileşkesidir, daha doğru anlamda. İçgüdü ve istekler kutsal olan değildir. Sağduyuya dayanan içgüdüler olabilir. Bazen, ölümüne güçlü olmasa da tutkular olabilir. Onları görmezden gelmek hüsranla sonuçlanabilir.  “Karakterler”deki gibiler mesela, M. Jourdain gibi bunu inkar etmek istediklerinde tabiat kendi haklarını savunmak için geç kalmayacaktır. Moliére doğacı olmamakla birlikte, tabiatın doğru verdiklerine ters düşmemek için bütün sahtekarlıklara, bütün aşırılıklara, özellikle burjuvanın soylu görünmek için yaptığı bütün soytarılıklara, kadınların olduğundan farklı görünmek için yaptığı tüm sahteliklere, sahte hekimlere, tüm fanatizmlere saldırır.  Tartuffe ikiyüzlülere saldırır, Don Juan’a da tabiata karşı tutumu için saldırır.

Moliére bugünkü anlamda bir tam ortacı mıdır, bir tam konformist midir? Önemli olan onun için en çok olanla uyum sağlamak mıdır? Rousseau onu toplum karşısında korkakça davranmakla, ahlaksızlıkları düzeltmekle değil onları sadece gülünç hale getirmek istemekle suçlamıştır. Voltaire onu, dünyayı aynı halde tutmanın mimarı olarak ilan etmiştir. Hatta onun ahlakçı bile olmadığını söylemiştir.

Peki, Moliére gerçekten konformist miydi? Moliére gerçekte sosyal bir ahlaka inanmıştır. Bu sosyal ahlakı veya eş bir deyişle bu raisonnable (sağduyulu) bilgeliği niye önemsememek gerekir ki? Bu “ortalamacı yol”u niye -hatta Montaigne’de çok gördüğümüz bu yolu- küçümsemek gerekir ki, üstelik bu yolun ulaşılmasının çok kolay olmadığını bile bile.

Moliére hatta kimi zaman, daha üst düzey bir moral arayışında da olacaktır. Rabelais’i hatırlatacaktır kimi zaman. Misanthropie’da (İnsandan Kaçan) erdemli insan, “ılımlı bir bilgeliği” olmadığı için eleştirilir. Şimdi, bu bir ortalama halkın zaferi gibi görünebilir ama diğer oyunda, Alceste’de ki Moliére’in bu konudaki temel düşüncesini verecek bir oyundur, toplum ağır bir şekilde hicvedilecektir.

Sonuç olarak komedilerine derinliğine baktığımızda konformizmle hiçbir ilgisi yoktur Moliére’nin. Tam bir kopuş ve dönüşe denk düşer.

Bir oyununda oyuncu şu soruyu soracaktır; “Erdem ve bu yüzyıl aslında uyumsuz mudur?”. Şöyle diyecektir;

“Her yerde aldatıldım her yerde adaletsizliğe boğuldum

Erdemsizliğin, zafer çığlıklarının boğulduğu uçurumdan çıkacağım sonunda

Gideceğim ve bu yeryüzünün üzerinde uzak bir yerde 

Orada, özgürlüğün içinde saygın bir insan olacağım”

Şimdi dönemin diğer ahlakçılarından La Bruyére’e gelelim. La Bruyére “Karakterler”inde bir anlamda Moliére’in amacı ile çakışır. Bir anlamda, onun gibi ama sadece belli bir şekilde doğa bir referans kaynağıdır. O da diğer bütün Fransız ahlakçıları gibi insan tabiatının temel çizgilerini oluşturmaya çalışır. İnsan olanı, evrensel gerçekliği içinde kavramaya çalışır. Der ki; “Onu, insanı doğaya uygun bir şekilde tasvir etmeye çalıştım ve eğer mümkünse hiç değilse birkaç yanlışını düzeltmeye çalıştım”.

La Bruyére’nin Philémon’nun da altın parlaktır, zaten olduğu gibi. Ama asıl altını işlemek onu muhteşem yapar. La Bruyére bu durumda işçinin emeğini  kutsar.

La Bruyére bugün ki hız toplumunu eleştirecektir, üç yüz elli yıl önceden. Şöyle diyecektir; “Aniden ve hızla doğan aşktır. Genelde bir zafiyetin içinden yükselir aşk. Küçük bir güzellik işareti bizi etkilemeye yeter. Arkadaşlık ise tersine yavaş yavaş oluşur, zamanla oluşur. Uzun bir alış verişin ürünüdür. Arkadaşlık için ne kadar akıl, iyilik, vefa, kendinden taviz vermek ve ne kadar uzun bir zaman gerekliyse, aksine güzel bir el, güzel bir bakışa sahip yüz için bu kadar zamana ve bu kadar güçlü yoğun emeğe ihtiyaç yoktur. Zaman aşkın öldürücüsü, arkadaşlığın oluşturucusudur”.

Geçici olan değerlere (vanité) sahip “büyük ve önemli insanlar”, La Bruyére için sadece gösteriş sahibi insanlardır. La Bruyére kişisel değerin, zenginliğin ve doğuştan gelen asaletin egemen olduğu toplumda dikkate alınmamasını eleştirir. Şöyle der; “Gerçek değeri olan birçok insan, kimse onların farkına varmadan ölmüşlerdir ve bir çoğu da yine kimse onların farkına varmadan yaşamaktadırlar”.

Paranın egemenliğine ilişkin ciddi eleştirileri vardır La Bruyére’in. La Bruyére’e göre para kişisel değerin, zihinsel asaletin yerini tutuyor. La Bruyére şöyle anlatır; “O herkesi hakir gören bir bencildir. Para tutkusu bütün insani değerleri yok eder”. Ama diye ilave eder; “Teselli bulalım. Zenginlik spekülasyondan doğar ve bazen de en az doğduğu kadar hızlı yok olur. Küstahlığı, bizi geçmişte yaralayan, yarın belki içinden çıktığı boşluğa geri dönecektir”.

La Bruyére için spekülatif kazançlar yokluktan bir an içinde var edilen ve yine bir an içinde yok edilebilecek olan aslında değeri olmayan kazançlardır.

“Zenginlerin lüks tutkusu ve bencillikleri, halkın genel sefaleti düşünüldüğünde inanılmazdır”, diyecektir La Bruyére. Bütün halkı yaşatan köylülerin, kendileri için gıdaları yoktur. La Bruyére burada, temelden bir eleştiriyle böylesine istismara yol açan toplumsal organizasyonları gündeme getirecektir.

                                     *                        *                         *

Şimdi gelelim ilk bakışta çok ilgisiz görünen iktisat biliminin kurucusu denilen Smith’e. Smith bir yüzyıl önceki Fransız Ahlakçılarında ve örneğin, Moliére’de ortaya çıkan sağduyunun, bilgeliğin asıl ve temel insansal, toplumsal dönüşüme denk düştüğü tezini bulmuş olmalıdır bir anlamda. Smith’in “ahlaki duyguların teorisi”nde, erdemli insanların oluşturduğu bir toplumsal ilişki biçimi oluşturma tahayyülü vardır.

Smith’in devrimcilikle değil, en iyisinden orta yolculukla suçlanmış olmasının kökeninde Moliére’in de uğradığı suçlamayla bir benzerlik var mıdır?

Ekonomi, bir insan bilimidir. Smith bu bilimin kurucusu mudur?

Smith aslında bir insan bilimleri ailesine dahil olan ekonomi politiğiyle, La Bruyére’nin bir edebiyat eseri olan “Karakterler”i ve Moliére’in kimi yapıtları arasında nasıl bir ilişki var? Smith, kendinden önce yaşamış olan La Bruyére ve Moliére’de kimi tezlerinin, orada ön tahlilini yapmış olabilir mi? Tabi bunun için önce ekonomi politiğin bağımsız bir bilim olarak Smith’e ait olup olmadığı, daha doğrusu Smith’in önerisinin bağımsız bir ekonomi politik bilimi oluşturup oluşturmak istemediği ve örneğin, Homo Economicus’un Smith’e ait olup olmadığı analiz edilmelidir. Homo Economicus’un bir insan tabiatı önerisi olarak, Smith’e ait olup olmadığını görmeye çalışmak gerekiyor.

Özellikle La Bruyére’nin “Karakterler”inde ama Moliére’in de “Cimri”sinde, “Tartuffe”inde burjuva gentilhomme bir insan tabiatı olarak, bir homo economicus sembolü yoktur. La Bruyére’in “Karakterler”iyle Smith’in karakterleri birbirinden farklıdır. La Bruyére’in insan algısı Smith’le kimi zaman çakışacaktır.

Diğer tezlerimizde de anlattığımız gibi Smith’in tezlerinin bir homo economicusla, yani rasyonel ve çıkarını düşünen bir insan tiplemesiyle bir ilgisi yoktur ve Smith hiçbir dönemde buna gönderme dahi yapmamıştır. Smith’in bir ahlak bilimci olduğunu ve kendisinin (ömrü yetmediği için yapamayacağı)  bir insan bilimleri oluşturucusu olmaya aday gördüğünü unutmamak gerekecek. Yine diğer tezlerimizde derinliğine analiz ettiğimiz gibi Smith’in “ahlak felsefesi” 1759’da yazılmıştır. Bu bir ahlak felsefesi yapıtıdır ve Smih’in düşünce yapısının temel oluşturucusudur. Smith’in bütün dünyada, özellikle ülkemizde tek bilinen eseri olan “Ulusların Zenginliği” tümüyle “ahlak felsefesin”nin izlerini taşır ve onunla organik bir bağlantı içindedir. 

Smith ekonomi politiğin epistomolojik bağımsızlığını vurgulamaktan geri kalmamıştır ama tüm meselesi bunu bir ahlakçı gözüyle, bir klasik geleneğin içine oturtmaktır. Smith, bir iktisat bilimi projesi içinde değildir. Smith, bir ahlak felsefesi projesi içindedir ve bunun izlerini ve hatta çalışmasını Fransız klasik döneminde ve özellikle Moliére’de ama en çok La Bruyére’de bulacaktır.

Smith, “Leçons sur la rhétorique et les belles lettres” şöyle bir tez ileri sürüyor ve diyor ki; “Matematikçiler ve tabiat filozoflarıyla şairlerin birliktelikleri,  şairlerin ve yazarların toplulukları bir edebiyat topluluğunun nihayetinde alt parçalarıdır”. Görülüyor ki, Smith için matematik ve şiir aynı toplumun parçalarıdır.

Hatırlatmak gerekiyor, başka bir tezde sanatın bilimden kopuşunun yakın çağlara mahsus olduğunu, iktisat biliminin bu kopuşta önemli bir işlevi olduğunu söylemiştik. Tekrar hatırlatmak gerekir Smith’in bizzat kendisi için ekonomi politik, bir yasa bilimcinin bilimi olabilir, bir yasa bilimi de ancak bir moral felsefenin kolu olabilir. Dolayısıyla ekonomi politik, doğal hukukun ama aslında moral felsefenin bir kolu olabilir.

Öyleyse La Bruyére de, Moliére de, Smith de bir edebiyatçı, bir filozof, bir ahlakçıdır en önce. Tabi ki aralarında bir takım farklar var ama bugünkü anlaşıldığı anlamda bir fark değildir. La Bruyére’e göre örneğin, ekonomi daha çok mükemmel bir düzen anlamına gelir. Mesela, harcamaların mükemmel düzeni anlamına gelir. Öyleyse bir bilim değil, bilgece bir tutumdan ibarettir. “Èconomique” kelimesinden çok La Buruyére için “économe” kelimesi anlamlıdır. Burada tabi nitelemeden anlaşılıyor ki, o Fransa’da ki ünlü 17. yüzyıl eskileriyle modernleri arasında yer alan ama daha çok eskiler arasında yer alan La Bruyére için “économe” böylece gerçek zenginlik anlamına gelecektir. Çünkü gerçek zenginlik économe olmaktan, yetkinlik sahibi olmaktan geçmektedir. Smith’in “Ahlak Teorisi”nde ve “Ulusların Zenginliği”nde biliyoruz ki yetingenlik bir ahlak kategorisi olarak da, bir iktisat kategorisi olarak da temel bir rol oynayacaktır.  Bu durumda görülüyor ki iktisat biliminin yenilenmesi değil, La Bruyére’de de bulduğu yetingenlik kategorisini de düşüncelerinin içine alarak, bugünün iktisat felsefesini değil o günün ahlak felsefesini maddi hayat içine sokmak isteyecektir.

La Bruyére ekonomi politiği biliyor muydu? Kuşkusuz hayır. Ama Smith, La Bruyére’de bu tür bir kavramsallaşmanın dayanağını bulmuş olabilecektir. Tabi bulduğunu, kendi projesinin içine koyacaktır. La Bruyére’de örneğin, ahlak olarak, bir Hıristiyan ahlakının savunucusu olarak ortaya çıkacaktır. Diyecektir ki, “ Ben bütün kötülüklere karşı çıkıyorum. İnsanı sağduyuya davet ediyorum, Hıristiyanlığa davet ediyorum”.

La Bruyére’in insana ait kötü bir tespiti var. “Öz sevgi” insan tabiatının temelidir ona göre. 17. yüzyıl Fransız ahlakçılarında, La Rochefoucauld’dan Moliére’e, Moliére’den La Bruyére’e insanın temel zaaflarından biridir öz sevgi.

La Bruyére’e göre, insanı kötü hale getiren kendine karşı duyduğu sevgidir. Bu kendine duyduğu sevgi (dikkat şimdi Smith’i hatırlatacak) öylesine güçlüdür ki hem aklı bir kenara iter hem de çıkarı bir kenara iter. Diyecektir ki La Bruyére; “Tutku aklın üzerindedir.

La Bruyére için sağlıklı bir zihin, öz sevgi gütmenin sağduyu tarafından egemenlik altına alındığı bir duygudur. Hatta şöyle diyecektir; “Sağlıklı bir zihin de, bilgelik yalnız olmaya ve neredeyse el etek çekmeye denk düşürülecektir”. La Bruyére buradan politik bir çıkarıma da gidecektir. Erdem olarak sunulan kötü yanlar üzerinde toplum oluşabiliyor mu?

La Bruyére’e göre tüm erdemsizliklere rağmen toplumun her yanı kendi çıkarının bir şekilde doğrulanabilir olduğunu görünce, tahakküm edenler bir yanda, tahakküm edilmeyi ve oradan bir tatmin görmeyi anlamlı bulanlar diğer yanda birbirlerini tamamlayacaklardır. Yani bir mübadele olacaktır. La Bruyére buna; “toplum bir garip ticarettir” diyecektir. Yani birilerinin gösterişi, diğerlerinin gösterişiyle mübadele edilecektir.

İnsan, La Bruyére’e göre akıl veya sağduyusuyla hareket etmez. Öyleyse toplumsal düzen aklın üzerine dayandırılamaz. Burada Hume’u hatırlatmaktadır La Bruyére. Öyleyse toplumsal düzen onu arzulayanların amaçlarıyla oluşmaz. Öyleyse toplumsal bağ, insanların bilinçli davranışlarıyla oluşamaz. İnsanlar ortak kamusal çıkarı gözetemez. İnsanlar, ortak iyiliğin kendileri için de iyi olacağını düşünemezler. Öyleyse tanrısal bir düzen midir veya La Bruyére’in deyişiyle tanrı toplumda kendini mi bulmaktadır?      

La Bruyére’e göre, büyük tanrı insanları kötü halleriyle yönetir. Smith için ise büyük tanrı, insanları erdemleriyle yönetir. Diğer bir deyişle La Bruyére erdemi bir temel değer olarak algılarken, Smith erdemi üç temel değer olarak düşünür. La Bruyére için erdem, insan olanın sapkınlığının üzerinde vardır. Smith için ise şefkat, temkin ve adalettir, şefkatin iktisadi ilişkilerde olması gerekmez. Bu sebeple şefkati iktisadi ilişkilerden çıkarır Smith. Bu durumda görünmez el, sadece insanların erdemli oldukları yerde yani, temkin ve adalet erdeminin olduğu yerde vardır. Smith, La Bruyére’e göre erdemin gerekliliği üzerinde duracaktır. Smith’in moral yanı La Bruyére göre daha güçlüdür. La Bruyére’in tersine kötülüklerle insan barışa, sükunete ve refaha ulaşamaz ancak erdemle ulaşabilir. La Bruyére ise bu kadar kolay niteliklerin erdem olarak tanımlanmasına karşıdır. Smith, erdemsiz insanların bir toplum oluşturacağı fikrine karşıdır.

Smithyen ekonomi politik, bu durumda moral değerlerin iktisadi değerler karşısında yenilmesi değil tam tersine kazanmasıdır. Smithyen ekonomi politik özel, kötü yanları hoş görüp, bunu genel refah için yapacaktır. Bu durumda La Bruyére’in ve La Rochefoucauld’un düşüncelerinin özü temel olmuş ama sonra onu oluşturup, onun ötesine geçmiştir.

Smith iki eserinde temel ilkelere başvurur. Bir tanesi “ahlak felsefesi”nde sempatidir, “Ulusların Zenginliği”nde ise mübadeleye olan eğilimdir. Smith, sentetik bir eser yazmıştır. “Karakterler” Smith için ancak var oldukları yerlerde oluşurlar. Smith’e göre, La Bruyére insan tabiatını “varoluşçu” bir çerçevede oluşturmaya çalışmıştır. Smith, La Bruyére’den yola çıkar, orada bir şeyler bulur ama ondan sonra tekil olandan genel olana gitmeye çalışır. Smith bir ampiristtir. Ampirist bir bilim oluşturmaya çalışmıştır. Smith elde ettiği sonuçları, sempatiden ve mübadeleden elde ederek ulaştığı sonuçları, deney yoluyla bulması gerekmektedir.

Smith’te karakter teoriyi deney yoluyla doğrular, La Bruyére’de ise karakter bir özdür ve bireylerin davranış paradoksları onunla ortaya konulur.

La Bruyére’de böylece tanrıya bir övgü vardır, tanrının yüceliğine bir övgü vardır. La Bruyére’de method çok fazla yoktur. Smith’te karakter, metodolojinin bir ürünüdür, metodolojik bir yapılanma içine konmuştur ve bir method unsurudur. La Bruyére kötülükleri karanlığın içinde bulup yakalamaya çalışır. Smith ise erdemi tarafsız seyirci yoluyla niteler, tanımlar.

Smith’te bu anlamda bir belirsizlik yoktur, şekil düzeni yansıtır. Toplumun çelişkisiz düzenini yansıtır. Temkin, “ahlak felsefesi’nde ve Ulusların Zenginliğinde temel bir eklemlenme yeridir, hemen arkasından yetingenlik prensibi gelir. Bir eserinde temkinli olan, öbür eserinde yetingendir. Öyleyse iki eserinde de iktisadi ajanlar hep aynıdır.

Zaten Smith’te iktisadi ajan vardır demek doğru değildir. Rasyonel hipotez Smith’in ekonomisinde anlamsızdır, neo klasik teoride vardır ancak. Smith için böylece, ahlak felsefesinden ekonomi politiğe geçmek hiç zor değildir. Evet, ekonomi politikte mübadele eğilimi, iş bölümü vardır ama bu “ahlak felsefesi”nde ki karakterolojiyle çelişmez. “Homo economicusun” Smith’ten sonra belirmesi Smith’ten sonraya aittir.

Görünmez el, temkin ve adalet erdemleri içinde iş yapıyor. Böylece yardımseverlik ilkesi iktisadi ilişkiden çıkarılıyor. 17. yüzyıl dürüst insan idealinin yılı. Moliére’de insanın kötü yanıyla meşgul aynen La Bruyére gibi.

Klasisizm bir hümanizmdir. Bir etikten ayrılamaz.

Moliére ise La Fontaine gibi stoacılığa inanmaz. Kötümserlik içindedir oda, kötümser bir bakışı vardır. Ona göre insanlıktan fazla bir şey istenmemelidir. Ona göre, insanın doğal olarak iyi ve sağduyulu olduğunu düşünmek bir saflıktan ibarettir. La Fontaine en güçlünün hakkı en iyidir dememiş miydi? Moliére’in “Cimri”sinde Harpagon hiçbir zaman iyileşmeyecek bir kötülük örneğidir, bir delidir. Kahramanca düşüncelere gerek yoktur. Tevazu içerisinde bir bilgelik yeterli olacaktır. Moliére mükemmel aklın uçlardan kaçınacağını ve olgun bilge olacağını düşünür.

Moliére’de daha çok erdemsizliklere dikkat eder. Moliére göre örneğin, insanları kazanmak için onların eğilimindeymiş gibi göstermeniz gerekir, onları alkışlamanız gerekir. İnsanlar büyük üçkağıtçılardır. İnsanlar pohpohlanmaya, alkışlanmaya bayılırlar.

La Bruyére’de şöyle diyor; “Mutluluğu başkalarında ararız, bize övgü düzenlerde ararız. Onların samimiyetsiz olması, istek ve hırs dolu olması bizi ilgilendirmez, yeter ki bizi övsünler”. Yine La Bruyére şöyle diyor; “İyi bir finansçının ne kendisi, ne çocukları ne de karısı ağlar”. La Bruyére’in burada dünyaya Smith’ten farklı bakışı son derece açıktır. Kötülüğün yönetimindeki insanlar çaresizdirler La Bruyére’e göre. La Bruyére yine diyor ki; “Güzel bir şampanya içtiğiniz uzun bir akşam yemeğini düşünün, üstüne güzel bir şarap içtiniz. Düşünebiliyor musunuz, bu insanın hazzının başladığı ilk anlarda birinin açlıktan ölebiliyor olduğunu düşünebilmesini?

Smith ufukta görünen kapitalist toplumun erdemsiz insanlar yaratacağı korkusunu hissetmiştir. Fakat sonuçta iyimser yaklaşımıyla, dinsel bir reddin ötesinde, insanı tümden günahkar saymanın ötesinde, La Bruyére gibi günahkar saymanın ötesinde, çıkarı dönüştürme yolları arayarak erdemli insanların kurabileceği bir toplumsal ilişki kurabileceğini düşünecektir. Burada Mondeville, Hobbes ve Bentham’dan ayrılacaktır. İnsan tabiatını tümüyle kötü olarak algılayanlar gibi kötülüğe tek çarenin tanrı eliyle düzeltilmek olduğunu reddedecek, belki de bunu stoacı bir felsefeye yatkın olarak Smith çok iyi algıladı. Kapitalist toplum insanını, onu tümüyle yok etmeden, bir otorite altına sokmadan arama isteğinde olacaktır. İnsan, Smith için tamamen kötü olmayacaktır. Burada La Bruyére’den ayrılacaktır. Burada klasiklerin pür ahlak teorisinden ayrılacaktır. İnsanı çok iyi görmektedir Smith. Aklını temsil edebilen hatta çıkarını teslim edendir. İnsan kendi anlık çıkarına, bencilliğini hatta kendi uzun vadeli çıkarını bile teslim edebilendir. Ama Smith bir anlamda Stoacı yapısıyla insanın mutluluğunu sağlama peşindedir. Dinsel otoritenin, siyasal otoritenin ötesinde La Bruyére tanrıya teslim edecektir. Zaten kötü olan insan kendini tanrıya teslim edecektir. “varoluşçu” bir görüş içinden öyledir. La Bruyére’de görünmez el tanrının elidir, Smith’te görünmez el ideal olandır. Tanrısal değil, ideal tanrının elidir. İnsanın değil, belki ideal insanındır. Görünmez el bir idealdir, görünmez el insan aklını çağrıştırdığı için, olası iyiliğini çağrıştırdığı için idealdir.

Write A Comment