Din – şiddet ilişkisine dair
Bugün ağırlaşan gökyüzünün renklerini geçen ayki yazıda 1920’li, 30’lu yılların kurşuni çizgilerine benzetmiş ve bunların neye gebe olduğu hakkında fikir yürütmeye çalışmıştık. Jankélévitch’in bir cümlesini kullanıp haddimiz olmadan uyarmıştık: “Olabilecekler olmadan, olabilecekleri öncelemeyi” gündeme getirmiştik.
Bu, doğal olarak bir gazete yazı dizisinin elverdiği ölçüde bir tahlili gerektirecekti. Biz de Carl Schmitt’ten yola çıkıp insanların “arkadaşlar ve düşmanlar” veya “bizden olanlar ve olmayanlar” olarak ayrıldıklarında, onları savaşa-ölüme yollamanın daha anlaşılabilir ve kabul edilebilir olacağını ileri sürmüştük. Bunun da “totalizan”, her şeye hâkim ve kadir bir devlet algısı ile mümkün olabileceğini söylemiştik. “Tek olanın”, her şeyi belirlediği, her alanı kaplayan ve her şeye egemen bir siyasanın da savaş ve şiddeti kaçınılmazlaştıracağını ileri sürmüştük. Özetle Schmitt’ten yola çıkıp “total devlet”in varlık göstergesinin savaş olacağını ileri sürüp asıl tartışmak istediğimiz noktaya gelmiştik; her alanı kapsayan “total devlet”in savaşla var olması gibi din de siyasallaşıp, yaşamın her düzeyini denetim altına almaya soyunduğunda şiddet nedeni olabilir mi?
Kutsalın Modern Zamanlardaki Serüveni
Toleransın ve aklın övgüsündeki modern zamanlarda, akıl özgürleştirme amacı içinde tüm dogmalardan arındırmaya çalışacaktır insanı. Burada, kutsal, kaçınılmaz olarak eleştirilerden en büyük payı alacaktır. Ahlak, dinin insanların özgürleşmesini engellediğini ileri sürecek, siyaset, dini bir tahakküm sistemi olarak görecek, bilim, onu bir yanılsama nedeni olarak değerlendirirken, tarih ise dine şiddetin meşrulaştırıcısı kuşkusu ile bakabilecektir. Nihayet Kant’la ve ondan sonra da 1900’lü zamanlarda sosyoloji doğarken, dünyanın ve toplumların teoloji ve metafiziksiz de anlaşılabileceği ileri sürülecektir.
Marx’ın “dinin toplumların afyonu” olduğu önermesi ile 20. yüzyılda din yeryüzünün azımsanmayacak bir bölümünde yasaklanacak ve nihayet insanın en azından bu taraftaki serüveninin kutsalsız devam edebileceği ileri sürülebilecektir. Fakat din bütün beklentilere rağmen direnecektir. Kutsal bir türlü gönderilmek istenen yere sığmayacak, sanki oralardan taşarak, yeryüzü fanilerinin arasına dönmek için fırsat kollayacaktır.
Dönecektir de. Eskisi kadar güçlü değilse bile dönecektir. Hem de geçmişte kalmış bir geçmiş olarak değil, önce bireysel düzeyde bir var olma biçimi olacaktır bu geri geliş. Ama hemen ardından, öte tarafın olduğu kadar bu tarafın da düzenleyicisi olmaya aday olacaktır yine. Veya en azından siyaset ile birlikte toplumsalın düzenleyicilerden biri olacaktır.
O zaman, çağın büyük olgusu şiddeti anlamak için dini anlamak da gerekmeyecek midir?
Sorduğumuz temel soruyu tekrarlayalım şimdi. Schmitt’in “total devlet” savaş için vardır analizini “Din totalleştiğinde” savaşın şartları oluşmaz mı şeklinde de sorabilir miyiz? Başka bir şekilde dile getirirsek; “siyasallaşan din” içinde şiddet unsurları barındırmayacak mıdır?
Ve nihayet ilk monoteist din olarak “Yahudiliğin dininin bir yorumu şiddeti içermeyecek midir?”
Sözleşme, “Biz”le Onları Ayırdığında
Eğer dinler hem ayıran hem birleştirense ve dinlerde de siyaset gibi kriz durumu oluşabiliyorsa, Schmitt’in yorumuna uyarak dinler şiddet üreticisi olabilirler demek yanlış olmayacaktır. Tez en azından tartışılabilir olacaktır.
Musa, Sina’dan inip, yapılan altın buzağıya tapan halkın ihanetini gördüğünde kızgınlıkla şöyle seslenecektir: “Tanrıya ve yasasına sadık olanlar, onu izleyenler bu tarafa, benim yanıma, diğerleri ise karşı tarafa…” İnançlılar ve inançsızlar dönemi kutsalın tarihinde artık başlamış olacak ve ondan sonra da hem Yahudiliğin dinsel serüveninde hem de arkadan gelen diğer tek tanrılı iki büyük dinde devam edecektir. İnançlılar ve inançsızlar siyasi düzlemdeki arkadaşlar ve düşmanlara, benden yana olanlar ve olmayanlara, sadık ve münafığa denk düşecektir.
Sözleşme vardır iki taraf arasında. “Ben senin tanrınım ve kıskancım” diyen tanrı ile halkı arasında. Sözleşme tarafları bizden olanlardır. Biz, yukarıdan beri anlattığımız bütün olandır, “total olandır” ve onu bozanların karşı tarafa, öteki tarafa itilmesi an sorunudur. Tanrıyı sevenler ile sevmeyenler vardır. Kullanılan yöntem açık görülüyor ki politik bir yöntemdir.
Burada muhtemelen önce politik olan daha sonra dinsel bir hal alacaktır. Ve yavaşça Yahudiliğin belli bir yorumunda dinsel olan siyasal olanı da dışlayıp topluma egemen olacaktır.
Total bir din anlayışı bu ayırımlarından dolayı şiddet üretmeye eğilimli olacaktır. Bir kriz durumunda şiddet patlayacak ve savaş kaçınılmaz hale gelecektir.
Kriz tanrının kızgınlığıdır.
Maccabi’lerin Döneminden Öğrenilecekler
Diğer dinlerdeki gibi Yahudiliğin dininin tarihi de reformcularla muhafazakârların çatışmalarının tarihidir bir anlamda.
Öncelikle, büyük Yahudi kültürü ile büyük Helen kültürünün çatışmasında büyüyecektir reformizmle muhafazakârlığın gerilimi. Maccabi’lerin eyleminin altında yatan ideolojik nedenlerden biri de (kimi yorumculara göre) bu gerilim olacaktır.
Evrenselci bakışın ürünü Yahudilerle, içine kapanık, Musa’nin yasasına harfiyen uymak isteyen Yahudiliğin çatışması bu büyük gerilimi besleyecektir. Universalist (evrenselci), Helen kültürüne açık reformcular, bu kültür ile yoğun bir alışverişi önerecekler, diğerleri de bunu reddedeceklerdir. Ve sonuncular bunları suçlayacaklardır: “Siz asimilasyona yol açıyorsunuz. Bizden değilsiniz. İhanet içindesiniz. Adetlerimize, dinimize geri dönünüz.”
Diğerleri Tanrı’nın Hezekiel’e söylettirdiği cümlelerle yanıtlayacaklardır: “Üstelik ben onlara iyi olmayan yasalar ve onları yaşatmayan adetler verdim.”
Görüldüğü gibi sofuluğun ve ayırımcılığın tersini savunacaktır bu görüş; kutsal yanılgısını kabul edecektir.
***
Bu iki perspektif arasında gidip gelecektir Yahudi kimliği ve aslında tüm bir tek tanrılı dinin felsefesi.
Şiddetin dinle ilişkisi de bu gidiş – gelişte biçimlenecektir.
Tartışmaya devam edeceğiz…
*İlgili yazı, 21 Kasım 2018 tarihinde Şalom Gazetesinde yayınlanmıştır.
Devam yazısı için: Kutsal Yeri Göğü Kapsarsa III