İstanbul Bilgi Üniversitesi Ekonomi Bölümü ile Finansal Uygulama ve Araştırma Merkezi (CEFIS) tarafından Şehir Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve İktisat&Toplum Dergisi işbirliğinde düzenlenen söyleşide Metin Sarfati’nin “İktisat ve Edebiyat” başlığıyla gerçekleştirdiği konuşmanın metni.
“İktisat ve Edebiyat” – Metin Sarfati
Kendi konuşmama başlamadan önce sabah Asaf hocanın, Hüseyin Hoca’nın falan olduğu toplantıya ilişkin söylemek istediğim bir iki tane şey var, onları belirtmeden geçemeyeceğim. Bir, değerli hocam ve tüm arkadaşlarım iktisatçı olmaktan mutluydular. Ben olsa olsa ekonomi politiğin entelektüel tarihini analiz etmeye çalışan bir biçare olarak belki iktisatçı olmaktan mutlu değilim. Bugün olan bitende iktisatçının sorumluluğu var. Tabii iktisatçı tırnak içinde iktisatçı yoksa hepsi hocalarım ve arkadaşlarım. Bugün insan olarak var olanın hali ortada bundan dolayı tekrar ediyorum mutlu değilim. Birinci söylemek istediğim o, ikincisi beni mutlu eden bir şey gördüm bu sabah yine pür denen “bilimle” ilgilenen, teknik iktisadı savunan değerli hocalar ve arkadaşlarım bile acaba biz şimdiye kadar burada eksik bir şey mi yaptık diye düşünmeye başlamışlar. Olan biteni gördükten sonra insanın ve dünyanın geldiği yeri gördükten sonra acaba burada yanlış bir şey mi var demeye nihayet başlamışlar. Her ne kadar iktisat metodolojisi, iktisat felsefesi gibi konular mutlaka iktisat fakülteleri programları dışında tutulmaya çalışılıyorsa da bu iyi bir gelişme.
Evet, şimdi benim yapmaya çalışacağım şu, tabii ki asla Jale Parla’nın olduğu yerde bir edebiyatçılığa soyunmak değil, zaten edebiyata bir övgü olacak diyeceğim. Bunu da iki periyotta yapmaya çalışacağım. Bir başlangıca gideceğim; La Bruyére’e oradan Adam Smith’e gideceğim.
Vakit kalırsa tabii, vakit kalmazsa gelecek sefere. Kalırsa asıl gelmek istediğim yer post modern zamanlara ve bugünün Lyotard’ın deyişiyle “kendinden ibaret, kendisi kendisine yeterli olmayan” “ben”e, isterseniz bireye yani hepimize gelmek isteyeceğim. Bunu da büyük iktisatçı Charles Gide’in ondan da tanınmış yeğeni büyük edebiyatçı André Gide’ın kaleminden yapmak isteyeceğim.
Ama yine önce Walras ile başlayacağım. Çünkü Walras, değer teorisinde ve toplumsal teoride 1871’de yanılmıyorsam bence büyük dönüşümü, büyük kırılmayı hazırlayan “La science de l’économie pure “falan gibi tam başlığını hatırlamıyorum ama bu yapıtı ile pür iktisatın temellerini atan iktisatçı. Aynı dönemde bir filozof var; Valéry, iktisatçı Walras’ı okuyor üşenmiyor. Aynı dönemde Nietzsche de var ama iktisadın sıkıcı akademik dergilerini okumuyor ve Walras’ı da tanımıyor hiç haberi yok. Gerçi Walras’ın da Marks’tan haberi yok. Ne ise Valéry üşenmiyor Walras’ı okuyor. Filozof olmasına rağmen okuyor. Matematiği de iyi biliyor Zaten başka türlü de filozof olunmaz. Yani olunursa ancak burada olunur. Okuyor ve şöyle bir not düşüyor. Yazıyor bunu; Sayın Walras diyor kuşkusuz mükemmel bir teori kurguladı ama bana bir şey varmış gibi geliyor Walras teorisini kurgulamadan önce yeterince düşünmemişe benziyor.
“Ben”in Keşfi
Buraya tekrara döneceğiz şimdi 17. yüzyıla gidelim bu yüzyıl benim için çok önemli La Fontaine var edebiyatçı ama bence büyük iktisatçı. Montaigne var. Modern zamanlar hazırlanıyor. Spinoza var. Burada iki temel şey aranıyor benim perspektifimden bakıldığında. “Ben”, “moi” keşfediliyor, bence Antik Yunan’dan da farklı olarak ilk olarak tarih sahnesine çıkıyor “ben” Batı’da. Burada önce “ben”in belirişi tarihe şerh olarak düşülüyor ve bunu edebiyatçılar daha doğrusu edebiyatçı- filozoflar yapıyorlar. Benim bildiğim kadarıyla daha önce böyle bir şey yok. Eski Yunana gidiyorlar önce ama oradan farklı bir şekilde koyuyorlar bunu ortaya, hümanizmanın temelinde “ben” var bundan böyle.
Tabii ki “ben” demek özgürleşmek demek, başka türlü “ben”in varlığının anlamı yok. Mümkün değil aksi. Onun için buralarda “ben” falan hiçbir zaman olmadı. Hiçbir zaman hala yok.
Devam edersek 18. yüzyılın ortalarına doğru giden bir süreç başlıyor. Bence burada Fransız klasisizminin yani edebi anlamda söylüyorum. Fransız klasisizminin hakkını vermek lazım. Yani La Bruyére ile müthiş La fontane ile ki söyledik ciddi bir iktisatçı. Tabii ki Moliere, bir şey söylemeye gerek yok onun için. Bu süreçte edebiyat tüm bilimlerin ve felsefenin de kimi zaman işlevini görüyor. İnsan bilimi edebiyatta kotarılıyor. Henüz antropoloji yok, etnoloji yok, insana dair hiçbir bilim yok, bizim o meşhur iktisadımız da yok. Ama hazırlanıyor. Kime doğru giderken hazırlanıyor? Smith’e doğru giderken hazırlanıyor. Pascal da var başkaları da var.
Burada “ben” anlatılırken özgürleşen “benin” çıkıp “öteki” ile nasıl karşılaşacağının kurgusu yapılıyor. Niye, artık bu dünyada tanrı yok. Daha önce tarihte zaten yoktu ben. Özgürleşme ile mümkün oluyor.
“Öteki” ile karşılaşma dizayn edilmişti üst taraftan dizayncı yok artık bitti. Şimdi bütün bunların içinden ben, ben olurken, ben kendi bilinci ile kendi özgürleşmesi ile kendi içinden kendini var ediyor
Bu topraklarda bunlar yaşanmıyor. Başka topraklarda da yok.
Hakkını vermemiz lazım. Kapitalizm orada gelişti, diyoruz bunun için. Sebeplerinden biri bu. Ama bir arayış daha var öteki ile nasıl beraber olunacak? Asaf hoca ile biz kaç toplantıdır bunu konuşuyoruz. Ben öteki ile nasıl birlikte olacak? Literatür, edebiyat yani derinliğine bir benin keşfinin sonrasında ötekiyle birlikte olmak yani toplumun nasıl kurulacağı değil mi?
Edebiyat İktisadın İlk Laboratuvarıdır
Biraz sonra toplum bilimciler çıkacaklar daha böyle alengirli cümlelerle falan söyleyecekler ama işte burada Racine ile La Bruyére ile Moliere ile Pascal ile bunların büyük laboratuvarı oluşturuluyor, o zaman rahatlıkla söyleyebiliriz ki edebiyat, hocam ne der bilmiyorum, en azından bütün sosyal bilimlerin o yere göğe kendi sığdıramayan iktisatın da ilk laboratuvarıdır. İktisat ama eksik ders aldı oradan. Edebiyat hala insan karakterini o dönemden beri dönüp dönüp oluşturmaya analiz etmeye çalışırken iktisat Valéry’ nin de dediği gibi gibi iktisatçı tek bir insan tiplemesini tek bir yönü ile ebedi bir gerçek gibi aldı ve kusura bakmayın bunu da bilim gibi getirdi. Sabah konuşuldu bilim mi, değil mi? diye. Öyleyse insan bilimlerine temel kaynağı yapacak ilk bilgi kaynağı ilk referans ilk özerkleşen belki bir disiplin iktisat ama tümünü bütün insanı kucaklayan her yönüyle kucaklayan Don Kişot kadar derinliğine analizleri olabilseydi.
İktisatın insanından çok daha derinliğini çok daha komple çok daha mükemmel bir tipleme peşinde olan, hakkını vererek insanı tarif etmeye çalışan, hakkını vererek insanı anlatan edebiyat oluyor. Sürekli dinleyerek, sürekli tartışarak, bir tabuyu bilim diye bir ideolog edasında ideolojisinin temeline getirip bir daha asla tartışmayacak olan bir bilim olarak değil.
İlk olarak antropoloji edebiyatta ele alınıyor. Commedia dell’arte İtalyanlar için, Türk halk edebiyatı bizim için öyle. Onlara girmeyeceğim. Öyleyse etnoloji, antropoloji, henüz iktisata gelmedim, sosyolojiye de tabii ki daha var ama insana ait öyle özgürce emansipe olmuş insana dair özgürce laboratuvara onu yatırıp tahlil eden ilk mekân edebiyat, bu açık. Mesela Don Kişot, mesela daha sonra olsa da Goethe Etnoloji önce bahsederken önce edebiyat büyüyor.
Peki daha sonra ne oldu iktisatçı edebiyatı bu kadar aşağı gördü. La Fontaine ilk antropolog, ilk etnolog ben katıyorum bu sefer kelimeyi ilk iktisatçı ama gerçek iktisatçı. İnsanı sürekli sürekli yeniden ve yeniden bir daha tekrar laboratuvarda inceleyen henüz daha Spinoza falan da ancak yolda insan tabiatı üzerine yazacak olan Moliere çağ açarken iktisata da yol açıyor. Nasıl açıyor?
Müthiş sevdiğim bir şey var kitabıma aldım ve her yazıda bundan bahsederim Moliére in Amphytrion’unda şöyle bir sahne var defalarca oyunu da seyrettim. Kapı vurulur, dışarısı karanlık, gölge. İçerdeki telaşla kalkar, kim der. Dışardaki cevap verir, “ben”. Moliere durmaz devam eder sen kim? cevap; “ben” geldim.
İktisatın beni daha sonra eksik bir ben olacak.
Edebiyatta insan keşfedilirken ahlaki kategorileri ile birlikte keşfediliyor, Ahlakı olmayan insan olamaz çünkü, nerede olur? İktisat teorisinde olur. Çünkü ismi bilimdir. O zaman bilim insana ait değil demektir. Kaldı ki iktisattaki insanda ahlaklı bir insan belli bir moralitenin savunusunu yapan bir insan. Hayır diyebilir misiniz? Hayır diyemezsiniz. Belli bir moralitenin savunusunu yapan bir insan, çıkarın savunusunu yapan bir insan. Çıkar belli bir moraldir. Nasıl bilim yapacaksınız ondan sonra belli bir moralden başlayınca? İktisat bilim midir? Bilmem. Varsa cesaretimiz bilim yapalım ama demeyelim ki bu evrensel bir doğrudur. Demeyelim eğer dersek iktisat bilim midir? bilmiyorum cevabı içinde. Yeni bir insan, yeni bir insanı oluşturmak, iktisattan önce edebiyatın işi. Birazdan Spinoza gelecek Amsterdam’da, yavaşça Smith’e doğru geliniyor. Birazdan Spinoza gelecek. Spinoza diyecek ki insan neyse odur. Az buz bir laf değil. Hiçbir iktisatçıyla mutabık değil rasyonalite tanımınında da mutabık değil.
Geldik mi, Smith kimdir? Çıkarı baş tacı yapan, yalan böyle bir cümlesini bulun Smith’in göreyim. Smith kimdir? ilk kitaplarından birinin ismi. “Ahlak teorisidir”. Neye adaydır? İnsan bilimleri yazarı olmaya adaydır. Bunun için söyledim şu anda konumuz Smith değil. Süreci anlatmak için söyledim. La Bruyére ile karakterleri yazan, insanı yazan, ömrünü insanı yazmaya veren La Bruyére ile Smith arasındaki benzerliği işaret ederek bu dönemi bitireceğim. La Bruyére diyor ki zenginliğe imrenmeyin. Smith ne der biliyor musunuz? Kendi cümleleri; insanlar niye zengin olmak ister biliyor musunuz? diyor. İmrenilir olmak için. Zannetmeyin ki maddi olarak daha çok harcayabilmek için. Ama imrenilir olmak hiçbir zaman bitmeyecek bir çabadır. İnsanlar bunu bilirler onun için hepsi birbirine rüşvet verir. Kendisini imrenilir yapmak için. Birileri onu beğensin ki o da onları beğensin ve insanlar bu kandırmaca oyununu bilirler. “Bu kandırmaca oyununun ismi nedir biliyor musunuz?” diyor Smith, sıkı durun, iktisattır. İnanmıyorsanız bakın Smith’e. Öyleyse Smithyen anlamda ekonomi politik altını çiziyorum, Smithyen anlamda ekonomi politik, insan sorunsalını çıkar ve erdemi uzlaştırılması sorunsalını, benle senin birlikte olması sorunsalını kendine temel paradigma yapar. Burada Spinoza’nın dediği gibi hareket noktası doğal olarak var olandır.
Sabah yine konuştuk, değerli hocalarım normativiteyi falan anlattı. Spinoza döneminde Amsterdam vebadan kırılıyor, gelip soruyorlar hocam hani her şeye çaren vardı. Sinirleniyor Spinoza, üsteleyince cevap veriyor. Ne olacaktı ki diyor sana mı soracaktı tabiat ne yapacağını ne yapacaksa onu yapacak diyor.
Şimdi bu buraya kadar. Hızlı geçtim. Şimdi bugüne geldim. Bugün için iki kelime söylemek isterim. Ünlü bir iktisatçı var 1930’ların Fransa’sında, bugüne kadar iktisat kitabı en çok satan kişidir. Charles Gide’dir B ve büyük bir Walrasçidir. Onun büyük övgüsünü yapmıştır ve tanınmasına yardımcı olmuştur. Yeğeninin ismi André Gide. Hepiniz bilirsiniz ben amcasına tercih ederim. Her ne kadar amcası yeğeni küçükken onunla konuşmaya tenezzül etmese bile öyle anlatıyor yeğen anılarında.
André Gide ismi endişe uyandıran (l’inquiéteur) yapıtlarını 1920 – 30 larda veriyor. Walras söyledik 1871 bunları yan yana koyalım.
Benim şimdi bahsedeceğim dönem, tırnak içinde kimilerinin post modern dediği ama haksızda olmadığı bir dönem. Bu dönemde ne var? Aşağı yukarı üç dakikam kalmış, çok süratli geçiyorum. Bu dönemde ne var? O ekonomi politiğin döneminde Smith’e kadar devam eden arayış tabii ki Marx’ı unutmadan yok, yani büyük toplumsal idealler yokmuş. Yani ben bunu şöyle tercüme ediyorum. Benin öteki ile birlikte yaşamasını arama diye bir gereksinimi yok artık yani ben yalnız yaşarım anlatısı Walras’ın tiplemesine denk düşüyor mu? Pekâlâ düşüyor. Yalnız insan iktisat teorisinin insanıdır. Yalnız insan post Modernitenin insanıdır ve biziz, hepimiziz. Kendi zevkinin ve hazzının peşindeki insandır. Shumpeter’de bunu şöyle söylüyor:” artık bugün toplum bütünüyle iktisadi kalıptan dökülmüştür. Temelleri, perspektifleri, iktisadi malzemeden yapılmıştır ödüller ve cezalar hep maddi terimlerle ölçülür değil mi? yani maaşımız artırılır vs. yani bir tek kapitalistlere yüklenmek yok. Şeytanı dışlaştırmayalım; toplumda, yükselmek, alçalmak, zenginleşmek, yoksullaşmaktır artık
Haz Artık Eylemin Temel Sebebi
İktisat teorisinin insanının bugün temel eylemlerinin güdüsü fayda değil. Yanlış veya belki özellikle yalan söyleniyor, haz eylemin temel nedeni. Heidegger buna hiper birey ismini veriyor. Bu her tarafı ile uzamış büyümüş, anormal bir şekilde büyümüş ama yani kanserli hücrenin büyümesine benziyor. Evet şimdi sonuca geliyorum. Üç dakika sonra bitiriyorum hocam. Çok sevdiğim bir cümle var. Gide kitabına şöyle başlıyor “yiyecekler masanın üzerinde duruyorlar ve bizim acıkmamızı bekliyorlar”, Azalan marjinal verim kanunu ile biz. Nedret ve kıtlık klasik dönemdeki kıtlık anlamını yitirmiştir. Diyor ki Gide kitabının bir sayfasında “Kalpazanlarda” Edouard’a söylettiriyor “âşık olduğumu zannediyordum ama değilmişim. Sevdiğim kıza aşık değilmişim, ben kendime aşıkmışım.”
Tanıdık geliyor mu iktisat teorisinin yalnız insanı ile devam ediyor ne diyor biliyor musunuz dehşet bir şey “çekirgeler doyurmak için kendimizi her şeyi yutmak zorunda kaldık” ve doyamadık. Azalan marjinal verim, porsiyon porsiyon azalan şeyler var ya öğrencilere de öğretiyoruz. Bitiriyorum bir dakika kaldı. Şöyle not düşüyor “Dünya Nimetleri”nde. Ben kendim acele ile tercüme ettim daha iyi tercüme vardır kuşkusuz. “Gece uyumaya yatınca bir zevk bir haz oturuyor yanı başıma, sabah uyanıyorum her şafakta onu aynı yerde buluyorum. Bütün gece yanımdan ayrılmadı, yürüdüm onu yormak bıktırmak hazzımı, zevkimi ancak bedenimi yorabildim”. Son cümle Natanel’e kitabını veriyor; okudun mu diyor, okudum diyor Natanel. Beğendin mi? Beğendim diyor. Ana Gide şöyle söylüyor; “önemli olan senin bakışında olsun Natanel baktığın yerde değil, kitabımı yırt at”
Hatırlatıyor mu? İktisat teorisi ile bir benzerlik var mı? Sübjektif dünya algısı ile hiç bir benzerliği yok mu? Değerin değersizleşmesi ile hiçbir ilgisi yok mu? Son aklınızda kalması gereken bence.” kitabı okuduktan sonra yırt, at Natanel.
Teşekkür ederim.
