Geçtiğimiz öğrenim döneminde Fransa’daki iktisat öğrencilerinin başlattığı ve daha sonra ülkedeki öğretim görevlilerinden başlayarak çok sayıda bilim ve düşün insanının katıldığı tartışmalar sosyal bilimciler ve özellikle iktisatçılar açısından son derece ilgi çekici olmuştur. İktisadın üniversitelerde okutulma yönteminden veya iktisat eğitiminin niteliğinden başlayan tartışma halka halka büyüyerek, egemen iktisat teorisinin nerede ise alternatifsiz verilmesine, matematiğin iktisat eğitimindeki yerine ve ağırlığına, iktisadın diğer sosyal bilimlerle olan ilişkisine ve onların arasındaki konumuna, iktisadın siyasetle ve siyasi tercihle olan ilişkisine ve nihayet iktisadın “bilimselliği”ne kadar ulaşarak epistemolojik bir boyut kazanmıştır.
Bu bağlamda sosyal bilimlerin günümüzde ulaştığı aşamanın doğa bilimlerinin aynı süreç içinde vardığı yerden çok farklı olduğu sorusu gerçeğinin altı çizilmiş ayrıca iktisadın bu kategorilerin hangisine ait olduğu yeniden gündeme gelmiştir. Öğrenciler de kendi adlarına en azından böyle bir süreci yeniden başlatmak gibi olumlu bir işlev yüklenmişlerdir.
Fransa’daki iktisat öğreniminin ve ilgili fakültelerin durumu bizimkilerle her anlamda bir paralellik göstermezse de süregelen tartışmanın -iktisat öğrencilerimizin bu konudaki ilgisizliği bir yana- bizler için de çok yararlı olduğu açıktır. Özellikle iktisadi krizlerin toplumu temelinden sarstığı ve denetlenemez oldukları inancının süratle geliştiği bir ortamda, güvenilmeyen öngörüsüne itibar edilmeyen iktisatçının tekrar ön plana çıkarıldığı veya çaresizlikten çıkarılmak zorunda kalındığı bir zamanda iktisadın niteliğine nerede ise özüne ilişkin –iktisat nasıl bir bilimdir, iktisatçı kimdir, iktisatçı iktisadi toplumsal sorunları ne kadar bilir gibi tartışmaların çok anlamlı olduğuna kuşku yoktur.
Bu yazının sınırları içinde önce Fransa’daki öğrencilerin gördükleri iktisat eğitimine, dolayısı ile ve asıl olarak okudukları iktisada ilişkin temel eleştirileri ve devamı olarak talep ettikleri reformlar özetle verilecek, sonra bunların bazılarının özellikle epistemolojik boyutunun tartışması yapılmaya çalışılacaktır. Sorunun pedagojik yanı, salt eğitim yön temi ile ilgili yönü konu dışında tutulacaktır. Kaldı ki iktisat eğitiminin yöntemine ilişkin sorunların da Prof. Jacques Généreux’nun de belirttiği gibi daha çok iktisat biliminin bizzat niteliğinden ve tartışmalı olmasından kaynaklanıyor olması çok muhtemeldir.
1- Öğrenciler İktisat Eğitimine ve Bilimine Nasıl Bakıyorlar?
a) Üniversitelerde okutulan iktisat çağdaş dünyanın anlaşılıp yorumlanmasında işlevsel değildir. İktisat öğrenimi bu niteliği ile iktisat kültürüne hiçbir katkı sağlamamaktadır. Bunun nedeni kurumsal ve tarihsel olguların programa alınmaması, güncel ekonomik sorunların, gelişmekte olan veya gelişmiş ülkelerin ekonomik ağırlıklı problemlerinin işlenmemesidir.
b) Matematik, iktisat öğreniminde bir araç olmaktan çıkmış kendi başına bir amaç haline gelmiştir. İtiraz edilen matematiğin yoğun kullanımı değildir. Hatta, eski köhnemiş ve sayesinde bir zamanlar hayali cennetlerin yaratıldığı edebi iktisada geri dönmek hiç değildir. Eleştirilen, kurulan modelin gerçeği yansıtmak gibi bir amacı olmadığı için kabul edilen varsayımlardan hareketle problemin sadece matematiksel bir boyuta indirgenmesidir. Modelin sadece içsel mükemmeliyeti ile yetinilmektedir. Bu da kullanılan sofistike matematiksel tekniklerle sağlanmaktadır. Matematik, olgunun kendisini gizlemekte, düşünme olanaklarını kısıtlamaktadır.
c) Otuzlu yıllardaki Keynesci tenkitleri de özümseyen neoklasik teori iktisat biliminin doğal bir uzantısı olarak verilmektedir. Halbuki iktisatta değişik akımlar vardır. Eğitimde tarihsel perspektif yokluğu neoklasik teorinin egemenliğini perçinlemesini sağlamıştır. Walras ve genel denge teorisinden beri iktisat, toplumdan kopuk bireylerin tüketim ve üretim niyetlerini özerk bir şekilde fiyat sistemi yolu ile nasıl koordine edebilecekleri sorusuna indirgenmiştir. Bu sorun bile derslerde yeterince açık işlenmemektedir. Kurulan açıklayıcı modeller de yeterli değildir. Varsayımlar ise tümüyle gerçekten kopukturlar; ya tam rekabet durumunu öngörmektedirler veya temsili ajanların varlığından hareket etmektedirler. Bu modelleri gerçekleri açıklayıcı olarak kabul etmek bilimsel bir yaklaşımdan çok bir inanç sorunu haline gelmiştir. Modeller, ancak sınanabilirlerse bilimsel olma koşullarından birini yerine getirmiş olurlar. Halbuki iktisatçıların bir kısmı genelde neoklasik iktisatçılar, bu basit koşulu ya unutuyorlar, ya da görmezden geliyorlar. Modellerde kullanılan hipotezler basite indirgeyici olabilirler fakat gerçeğe aykırı olamazlar. Somut bir gerçekliğe tekabül etmedikleri sürece anlamlarını yitirirler. Sosyal bilimlerde önerilerin sosyal ve tarihsel açıdan belirlenmiş olmaları gereklidir.
Yalnızca bir modelin sınırları içine giren olguların dikkate alınması ister istemez ispatlanamayan olguların analiz dışında tutulması sonucunu getirecektir. O zaman da örneğin sınıfsal kültürün modele dahil edilemediği şartlarda bu kültürün varlığı anlamsız olarak değerlendirilebilir. Standart teori “rasyonalite”yi öncel olarak kabul etmiştir. Halbuki tarihsel bir perspektifin dışında rasyonalite boş bir kavram haline gelir. Arrow’un dediği gibi tüm çözümlemeyi rasyonalite’ye olduğu gibi irrasyonaliteye dayandırmak da mümkündür. Hangisi olursa olsun tüm açıklamaların önceden kabul edilmiş belli aksiyomlara dayandırılması kabul edilemez.
Teorilerin “expost” doğruluğu gereklidir ama yeterli değildir. Teoriler “exante” de usa yatkın olmalıdırlar. Elde edilen sonuçlar tarihsel olgularla ve ekonometrik serilerle karşılaştırıldığı oranda bir anlam ifade ederler.
Önerilerin “tarihsel” olma koşulu ortadan kaldırılırsa geriye bir tek ölçüt kalır ki o da modelin matematiksel uyumudur. Bu durumda asıl olanın, modelin gerçek durumu açıklaması olduğu unutulmaktadır. Bu noktada artık ekonomi matematiğin bir koluymuşçasına okutulmaktadır.
Fransız ve Amerikan üniversitelerinde yapılan bir araştırmaya verilen yanıtlarda yüzyılın en büyük ekonomistleri arasında Arrow, Samuelson, Keynes, Schumpeter gösterilmiştir. Bunların hiç değilse üçü kurumsal olgularla ve inançların iktisat üzerindeki etkisiyle ilgilenmişlerdir. Buna rağmen iktisat derslerinde bunların üzerinde durulmaması dikkat çekicidir.
Nihayet, iktisat diğer sosyal bilimlerden kendini ayırmış ve rasyonel tercihlerden başka bir şeyle ilgilenmez olmuştur. Toplumsal ve tarihsel olanla ilgilenmeyen bir iktisat ne ile ilgilenecektir?
d) Talep edilen reformlar
• Standart mikro ekonomi diğer teorilerden sadece biridir. Ancak yararı olduğu sürece araç olma niteliği taşır; eğitimde bu gözden kaçırılmamalıdır.
• Teori ile teorinin sınanma sonuçları aynı dersin kapsamında verilmelidir. Bu teorinin somut durumları açıklama gücünü gösterecektir
• Önemli iktisadi sorunlar incelenmelidir.
• Diğer sosyal bilimlerle işbirliğine gidilmeli iktisat tarihi, felsefe, sosyoloji, tarih vs. ile birlikte interdisipliner bir arayışa gidilmelidir
2-Eleştirilerin Tartışılması
a) Sosyal Bilimlerin ve İktisadın Gelişim Süreci ve Nitelikleri
Öğrencilerin tezleri daha önce de belirttiğimiz gibi akademik dünyada iktisat biliminin ne olup olmadığı üzerine derinliğine bir tartışma başlattı.
Gerçekten de talep edilen reformlar ve yapılan tenkitlerin dikkat edilirse -pedagojik yönü bir yana- “epistemnlojik boyutu” belirleyici durumdadır.
Önce şu tespitte bulunmakta yarar var; başlatılan tartışma yeni değildir. İktisat tüm aşamalarına rağmen henüz iktisatçıların büyük çoğunluğunun üzerinde anlaştıkları ortak temellere sahip değildir.
Gerçi iktisadın bilimsel olgunluk düzeyine ulaşması çok eskilere dayanmamaktadır. Her ne kadar örneğin Fransa’da ilk ekonomi politik kürsüsünün kurulması 1820’li yıllara rastlarsa da o dönemde iktisat henüz hukukun yardımcı disiplini konumunda idi. 1957 yılında hukuk fakülteleri, hukuk ve iktisadı bilimler fakültelerine dönüştürülmüştü. Başka ülkelerde, örneğin ABD’de iktisat biliminin gelişim süreci benzer evrelerden geçmemişse de genel olarak diğer disiplinlerden- Samuelson ve Arrow’un büyük katkıları ile- bağımsızlaşması nispeten yeni sayılır.
Bununla birlikte daha önce benzerleri yapılmış tartışmaların tekrar başlayabilmesi iktisat biliminin ve daha geniş anlamda sosyal bilimlerin temel niteliği üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Gerçekten de iktisat nasıl bir bilimdir, hatta daha doğrusu iktisat bir bilim midir? İktisatçı kimdir? İktisatçı egemen çıkarlara bilimsellik kazandıran bir kişi midir, yoksa nerede ise tüm öngörüleri yanlış çıkan bir cahil midir? Bu soruları uzatabiliriz. Fakat bunların hâlâ sorulabilmesi bile iktisadın ne kadar tartışmalı bir disiplin olduğu konusunda bize yeterince fikir vermektedir.
Sorulara yanıt bulabilmek için önce -iktisadın ait olduğu iddia edilen ama o da tartışılan- sosyal bilimlerin niteliği ve gelişim sürecini kısaca görmekte yarar var; Sosyal bilimler yirminci yüzyıl içinde büyük bir çelişki yaşadı. Bir yandan artan araştırmacı sayısı, yapılan yayınlardaki niteliksel ve niceliksel büyüme ve artan öğrenci sayısı ile büyük bir aşama kaydetti ve hatta cazibe merkezi oldu. Diğer yandan doğal bilimlerle kıyaslandığında tahlillerinde çok sayıda değişken olmasına karşılık parametre bulmakta zorlanılması, insan faktörü analizinin insan tarafından yapılmasının zorluğu, belli dönemlerde belli kavramları analize dahil edip modası geçtiğinde bu kavramları tahlil dışı bırakmak gibi çeşitli sebeplerle sosyal bilimler fizik bilimlerinkine benzer genel yasalar oluşturmakta yetersiz kaldı. Elde edilen sonuçlar belli mekan ve zaman sınırları içinde kısıtlı kaldı. Aynı olgu üzerinde uzun bir zaman dilimi içinde çelişkili sonuçlara varıldı.
Sonuçta elde edilen bilgi birikiminin işlevsiz kalması kamuoyunda sosyal bilimlere ve bilimcilere duyulan güvenin sarsılmasına yol açtı.
Sosyal bilimlerin gelişme trendini kısaca belirttikten sonra iktisadın hu süreçteki konumunu irdeleyebiliriz. Önce şu saptamayı yapmakta yarar var; “gerekli araçlarla donatılmış bir bilgi birikimi olduğuna göre iktisat da bir bilimdir” diyen Schumpeter gibi bilimsel çabayı sosyal olayları anlamak, çözümlemek, bunları akla dayanarak yöntemli ve sistemli yapmak ve bunun için düzenli bilgileri oluşturmak ve nihayet elde edilen sonuçlarla sosyal olaylara yön vermek olarak tanımlarsak hiçbir iktisatçının iktisadın bir bilim olduğundan kuşku duymadığını söyleyebiliriz.
İktisatçıların iktisadın bir bilim olduğu üzerindeki ortak görüşleri iktisadın nasıl bir bilim olduğu sorusu karşısında ise farklılıklar göstermektedir; İktisat, öğrencilerin de sorduğu gibi tarih, sosyoloji gibi bir insan bilimi mi yoksa Walras’ın önerdiği gibi evrensel yasalara sahip fizik benzeri bir bilim midir? (Science dur)
Bu iki yaklaşım arasındaki farklılık iktisat bilimcileri arasındaki temel bir yol ayrımını vurgulamakta ve öğrencilerin reform taleplerinin veya eleştirilerinin de özünü teşkil etmektedir.
İktisat Walras’la beraber doğa bilimlerine öykünmüş ve bilim olma yolunda özellikle matematiğin kullanımı ile ciddi bir aşama kaydetmiştir. İktisat bilimi kendinden beklenen müdahale veya yol göstericiliği kurduğu matematiksel modellerle sağlamış, ölçümlerinde gerekli olan kesinliği kantitatif sonuçların test edilebilir olması ile elde etmiştir. Fakat bu şekilde sosyal bilimlerden giderek uzaklaşıp doğa bilimlerine benzemiştir.
İdeolojik ve/veya pragmatik çıkışlı bu süreçte iktisat bilimi bağımsızlaşıp kendi başına ayakta duran bir bilim olarak kendi evrensel yasalarını oluşturmaya çalıştı. Örnek aldığı doğa bilimlerinde yasalar zamandan ve insan iradesinden bağımsız olduğuna göre iktisat bilimi veya daha doğru bir deyişle neoklasik iktisatın yasalarının da aynı şekilde “ahistorique” “asociale” “amorale” ve “apolitique” olması gerekiyordu, bunun için de ciddi bir çaba harcandı. Önemli başarılar sağlandı. Bunlar görmezden gelinemez. Fakat iktisadın bu bağımsızlaşma, kendi başına ayakta duran bir bilim olma süreci belli bir zaman sonra tıkandı. Bu neoklasik iktisatın kimi temel yanlışlarından kaynaklandı. Şöyle ki, fizik bilimlerdeki ilerleme uygulanan metotların kendisinden çok bu metotların bilimlerinin konusu ile -madde ile- uyum içinde olmalarından kaynaklanmakta ve gerçeğin kendisi ile bağlantılı olmaktadır. Standart teori ise “rasyonel” davranan bireyi ve onun belirli davranış şekillerini temel alarak somut sosyal gerçeklikten kendini soyutlayıp dünyayı modelinin içinde yarattı. Böylece insan davranış ve ilişkilerinin aslında ait oldukları sosyal bütünlükten (ekilip kopartılması insanla “atom’lar ve “homo oeconomicus’lar arasında ilişki kurmanın zorlaşması sonucunu getirdi. Öğrencilerin de “otistik”, “gerçekten kopuk” şeklinde niteledikleri neoklasik teori ve veriliş şekli muhtemelen bu yaklaşımdan kaynaklanmaktadır.
b-“Neoklasik iktisat iktisat biliminin doğal uzantısı mı?”
Yukarıda belirtildiği gibi disiplinin özerklik kazanma sürecinde matematiksel modellerin kullanımının çok önemli bir yeri olmuştur. Öğrencilerin tenkitlerinin önemli bir bölümü de bundan kaynaklanmaktadır.
Varsayımların gerçeği yansıtmadığı, hatta gerçekliğin bir kısmının model dışında bırakıldığı, varsayımların niteliğinden çok modelin iç uyumundaki mükemmelliğin, hatta deyim yerinde ise zarafetin ön plana geçtiği tezi doğrudur. Fakat unutulmaması gereken iktisattan beklenenin diğer sosyal bilimlerden, örneğin tarihten beklenenle her düzeyde aynı olmadığıdır. -Tarihçiden gerçekliği aydınlatması istenilir fakat belli bir toplum için kesin büyüme reçeteleri oluşturması beklenmez.- Şu anlamda ki; iktisattan, iktisadi olguların tasvir, kadar (descriptive)yol gösterici, politika önerici yani (prescriptive) olması beklenilmektedir.
İktisat teorisi özellikle neoklasik iktisat bu işlevi yerine getirebilmek için matematiksel yönteme büyük ağırlık vermiştir. Gerekli olan soyutlamayı yoğun bir şekilde matematiğe başvurmadan başarmak mümkün değildir. Çok boyutlu bir gerçekliğin tahlil edilip kavranmasında matematiksel araçlar büyük bir önem taşır. Sadece anlatım yoluyla etkinlik sağlamak çok zordur.
Sınırlı sayıda varsayımla çalışmak, alınan karaların sonuçlarının test edilmesi, hesaplamalarda kesinlik sağlamak yani bir fizikçi gibi ölçüp biçmek iktisatçının beklentilere cevap vermek için vazgeçemeyeceği bir çalışma biçimi olmuştur artık. Kolm’un deyişi ile, “Her şeye rağmen iktisat matematik sayesinde büyük bir aşama kaydetmiştir.”
Bununla birlikte bu çalışma yöntemi iktisat disiplinini sosyal bilimlerden çok doğa bilimlerine yaklaştırmıştır.
Ayrıca neoklasik iktisat bu yöntemle içine kapanıp realiteden kopmuştur. Keynes de “gereğinden fazla matematik spekülasyondan başka bir şey değildir” diyerek iktisatçıların matematiksel sembollerin dünyasında içine kapanarak gerçek dünyanın kompleks ve birbirini karşılıklı etkileyen çok değişkenli yapısını gözden kaçırabileceklerini belirtmiştir.
Diğer yandan Neoklasik teorinin tekmişçesine verilmesi, öğrencilerin haklı olarak eleştirisine ve bu yolla liberal ideolojinin sözcülüğünün yapıldığı savına yol açmıştır.
Neoklasik teori Prof.Généreux’nun bir söyleşisinde belirttiği gibi “hayran bırakacak bir güzellikte fakat realiteden bin ışık yılı uzaktadır. Gerçekten de neoklasik teori özellikle matematiksel sunumu ile mükemmel bir hal almıştır. Fakat daha önce de belirtildiği gibi sosyal gerçekliği tüm boyutları ile kavradığı ileri sürülemez. “Homo oeconomicus’un insanı ne kadar yansıttığı ise tartışılabilir. Fakat altının çizilmesi gereken, genel denge teorisinin çok kısıtlayıcı belli varsayımlara dayandığıdır. Örneğin her iktisadi ajanın çalışmadan yaşayabilecek belli miktarda kaynağa sahip olduğu varsayılır. Bu bakımdan genel denge teorisi ile piyasa ideolojisi arasında birebir bağlantı kurmak zor görünmektedir. Genel denge teorisinin piyasa ekonomisinin bir eleştiri aracı olarak da kullanılabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Asıl olan neoklasik teori ile birlikte diğer teorilerin de verilmesi gerekliliği ve belki bu yollaneoklasik teorinin hipotezlerinin düzeltilmesi imkânının aranması gerekliliğidir.
d) İktisat bilimi bugünkü hali ile toplumu anlayabiliyor mu, İktisat eğitimi bu araçları verir mi?
İktisat bilimi “bilimsel” olma yolundaki çabasını temel aldığı değişkenlerden bir kısmını analiz dışı bırakarak elde etmiştir. Varsayımların bir anlamda böylesine yoksullaşması sayesinde iktisat diğer sosyal bilimlere göre daha kesin sonuçlar elde etmiştir. Paradoksal bir durumla ekonomi politik ancak iktisat bilimi olmaktan vazgeçip matematiğin bir dalı halini alarak saf bir bilim haline gelmiştir.
Bununla birlikte sosyal disiplinler de aşırı ihtisaslaşmanın ve bölünmenin arttığı ve iktisadın da sosyal bilimlerden kopuşunun hızlandığı süreçte iktisat teorisinin dünyayı kavrayıp anlamasının zorlaştığı da bir gerçektir.
Maurice Allais’nin 1968’de tespiti şöyledir. “İktisat bilimi son derece kompleks olan gerçekliğin yalnızca bir yönünü tahlil edebilmektedir. Derinliğine bir tarihsel, sosyoloji birikimi olmadan bunun başarılması mümkün değildir.” Felsefeci Olivier Mongin de egemen iktisadi düşüncenin temel postülasının piyasayı toplumun mükemmel bir örgütlenme biçimi olarak kabul ettiğine dikkati çekip, ancak diye ekliyor, “egemen teori çağdaş toplumu tüm yönleri ile tahlil edip anlamakta zorluk çekince kendini belli varsayımların ve soyutlamaların sınırları içinde oluşturduğu hayali bir dünyanın içine zincirlemiştir, böylece işi kolaylaşmış ama realite ile ilgisi kalmamıştır.” Gerçekten de insan davranışlarının özellikle ekonomik eğilimlerinin yasaları tarihsel, sosyolojik, psikolojik, siyasal, kültürel boyutlar ihmal edilerek belirlenemez.
Sonuçta iktisat bilimi diğer sosyal bilimlerden koparak sosyal gerçekliğin tahlilinde yetersiz kalmıştır denebilir.
3- Sonuç
Sosyal bilimler önemli bir dönüşüm yaşamaktadır. Kurucuları sayılabilecek kişilerin temel özelliği entelektüel yapıları iken bugünkü araştırmacılar toplum teorisyeni olmaktan çok sosyal mühendislik diyebileceğimiz bir formasyona sahiptirler.
Bu bağlamda iktisat bilimi felsefi bir yaklaşımı ve bununla birlikte, ahlak ve morale ait olduğunu iddia ettiği alanları terk ederek kendine, deneye sunabileceği, sonuçları ampirik testlerle sınayabileceği tarihsel zamanın ve mekansal boyutların ötesinde bir çalışma alanı oluşturmuştur. Bununla birlikte Schumpeter’in belirttiği gibi iktisadın tarihsel devamlılıktan kopuk olmayacağı, tarihsel boyutta oluşan iktisadi olguların tarihsel deneyimin dışında anlaşılmayacağı bir gerçektir. Kaldı ki, yukarıda belirtildiği gibi iktisadi yasalar diğer sosyal bilimlerle işbirliği yapılmadan keşfedilemez. Ayrıca iktisadın yalnız çıkardan, denklemden ve rasyonalizmden oluştuğunu ileri sürmek insan davranışlarında, örneğin tutkunun varlığını görmezden gelmek mümkün değildir.
Hirschmann tutkuların, çatışmaların yani “non rasyonel” unsurların insan davranışları üzerindeki belirleyici niteliklerini ortaya koymuş, hatta piyasanın yetersiz kaldığı durumlarda kişisel çıkarı gerektiğinde ikame etmek için normlara ve etik değerlere başvurulmasını önermiştir.
Bununla birlikte iktisadın bu unsurları analizine dahil etmesini beklemek şu aşamada çeşitli nedenlerle çok zor görünmektedir.
İktisat biliminin sınırlarını genişletip, toplumların gelişme dinamiklerini tüm boyutları ile kavrayacak bir amacı hedef alması, bunu bilimsel boyutuyla başarabilmesi şimdilik mümkün değildir. Prof. Malinvaud’un deyişi ile bunu itiraf etmek hoş olmamakla birlikte bu gerçeği kabul etmek ve ideolojik dogmatizm olarak yorumlamamak gerekiyor.
Ayrıca, bu kadar değişik alanlarda birikime ve sentez gücüne sahip uzmanların nasıl yetiştirileceği de önemli bir sorundur.
İktisat bilimi ve dolayısı ile eğitimi açısından bugün gelinen yeri zor bir dönemeç olarak değerlendirebiliriz. İktisatçılar arasında bir “consensus”un varlığından bahsetmek hala çok zordur.
Her şeye rağmen standart teoride rasyonalitenin ve diğer varsayımsal kavramların, piyasa dışı koordinasyon mekanizmalarının olabilirliğini tartışmak üzere iktisat teorisinin diğer sosyal bilimlerle ilişkisini yoğunlaştırma ihtiyacı da açık olarak beliriyor.
Süregelen iktisadi krizler en azından kamu müdahaleleri gereğini ve endividualizm ile kolektif aktörlerin birlikte düşünülmesi ihtiyacını ortaya çıkarıyor. İktisat biliminde öğrencilerin de önerdiği gibi interdisipliner bir arayışın veya en azından yeni bir disiplinin sahasının tanımının yapılması gerektiği ne- çok hayalci olmadan- kuşku yok.
Ayrıca iktisat biliminin bugün vardığı çizgiden geriye dönüş yapmadan Kolm ve Hirschmann’ın da savunduğu gibi moralite ile ilişkisinin yeni baştan nasıl kurulabileceğini düşünmek iktisatçıların asli vazifeleri olarak görünüyor.
Kaynakça
Hirschmann, Albert O. (1984) L’économie comme science morale, et politique
Kolm Serge- Christophe (1986) Philosophie de l’économie
Sen Amartya. (1999) L’économie est une science morale
Schumpeter A. Joseph (1983) Histoire de l’analyse économiq.
* İktisat Dergisinde Yayınlanan Makale, Sayı: 415, Temmuz 2001, İstanbul