Soğuk bir sis martıları kuşatarak yükselmeye başlamıştı kanalların üzerinde. Kendileri görülmezlerse bile havada asılı kalan çığlıkları uzaklardan duyuluyordu. Ara ara dağılır gibi oluyordu duman.
Bireysellikle toplumsalın kavşağı, hakikatin adaleti içinde mümkün olabilirdi. Baruh ‘tan mı öğrenmişti Sartre bunu, kim bilir. İlave edecekti o da insanlığın yazgısındaki bir yasayı; “bugünün ezileni, yarının ezeni.”
Katılmıştı sessizce Bento. Elini uzattı ateşe düşüncelere dalarken. Odanın kapısı açılıp eşikte Rembrandt göründüğünde, kar pencerenin ardında beyaz kadifeden örtüsünü dokumaya başlamıştı tekrar.
Modern zamanların başında maddi çıkarın ekseninde yeni bir dünya kuruluyordu. Çıkar ve kâr kapitalizmin varsaydığı insan tabiatının temel güdüsüydü.
Ama akıl nasıl dışlanabilir ki diye düşünecekti Bento. Akıl, tabiatın bizzat içinde oluşmamış mıydı? Tabiat kendine ait olanı dışlamazdı, gelişimini kısıtlamazdı; daha doğrusu kısıtlayamazdı.
Kutsalın ışığının bile akıl tarafından aydınlatılmaya ihtiyacı vardı. Tarih, aksi taktirde sinsi bir karnavaldan başka bir şey olamazdı. İnsan, kar fırtınasının labirentinde yolunu yitirirdi o zaman.