1-Güçlenen irade
Sokak kapısını açan genç adamı sert esen bir rüzgâr karşıladı. Islak rüzgâr hızla yüzünü yaladı.
Çoktandır çıkmıyordu dışarı.
Kar yerini sinsice yağan bir yağmura bırakmıştı. Evlerin çatıları beyaz örtülerini bırakmaya niyetli değildi ama sokaklar beyazın kirinden sıkılmışlardı anlaşılan. Kar, sokakların kaygan zemininde tutunamamıştı.
Büyük kenarlı şapkasını tutarak kapıyı ardından kapattı Bento. Şaşırdı kendine nerede ise; yürümeyi unutmamıştı. Böğrü sızlıyordu hala. Ama biliyordu bir ömür boyu geçmeyecekti ağrısı. Saldıranın hançerinin bir ucu yüreğine dokunmuştu çünkü.
Aklına ve iradesine dokunamamıştı ama bıçak. Tersine bilenmişti sanki hakikati bulma ve anlatma isteği.
Rüzgâr albatroslarla beraber çığlık çığlığa kat etti nehri. Hançerin yırttığı pelerinine sarıldı Bento. Bu manto ona insanlığa borcunu hatırlatırken felsefesinin temel kavramının oluşmasını sağlayacaktı. Caute (temkin) aklın rehberliğinden ayrılmamak demek olacaktı. Onun için hep saklayacaktı pelerinini Bento.
Kar yağmıyordu ama fırtına damların üstündeki buz parçacıklarını yüklenip sokağı boydan boya hızla geçerken zaten güçsüz ruhları çaresiz bırakıyordu. Düşüncesiz bırakmaya çalışıyordu zihinleri. Ancak mermerden yapılmış akıl savrulmayı önleyebilir, güçlenip fırtınaya direnebilirdi.
Ne kadar sonra karşılaştığı kenti kozmik bir kızgınlık içinde bulmuştu Bento. İlahların kendisine davetiye çıkarttıklarını düşündü bir an. Uykusu dağıldı. Geceleri fazla uyumazdı zaten.
Biliyordu ömrünün kısa olacağını sanki. Çalışırdı durmaksızın. Halkı tarafından yok edilmek istenmesinden sonra hiç uyumayacaktı. Kabuslarla bölünecekti sanki uykuları.
2-Rembrandt’a giderken…
Yağmurun örttüğü nehre bakarken Platon’un mağarasındaki1 dünyanın içinde buldu kendini. Hakikat nerde saklıydı? Yağmurun bu tarafıyla öbür tarafı arasındaki gerçeklik aynı gerçeklik değildi.
Usta ressamın evine doğru sıklaştırdı adımlarını. Kapı komşusuydu nerede ise Rembrandt. Belli olmayan doğum tarihine benzeyecekti tüm yaşam çizgisi; belirsizliğin bir hikayesi olacaktı neredeyse. Zaferi tattığı yerde aynı kent ona dışlanmışlığı da yaşatacaktı. Buruk bir tatta birleşecekti yazgıları Bento ile. Amsterdam’ın yüksek burjuvazisi onun sıra dışı yaşantısını sevmediği gibi yapıtlarını da beğenmeyecekti. Karısı öldükten sonra evde kendisinden çok daha genç hizmetçisiyle nikahsız yaşayacaktı. Hıristiyan burjuvazi açıktan ahlaksızlığa(!) “evet” diyemezdi.
Sanat alanında da Vermeer’i tercih edeceklerdi ona. Rembrandt da onlardan nefret edecekti. Bir elin beş parmağı ile ancak kâr hesabı yapabilenlerin tapınakları, köşedeki borsa binasıdır, diyecekti onlar için. Bunu da yine Bento ile aynı sırada düşünmüş olacaktı muhtemelen. Aynı sırada görünmezliğin peşindeki Descartes da Amsterdam’ı şöyle tanımlamamış mıydı: “Burada herkes o kadar çıkarının peşinde ki bir ömür boyu fark edilmeden yaşayabilirsiniz” diyecekti.
Modern zamanların başında maddi çıkarın ekseninde yeni bir dünya kuruluyordu. Çıkar ve kâr kapitalizmin varsaydığı insan tabiatının temel güdüsüydü. Amsterdam limanından baktığında bunu en iyi görebilenlerden biri de Bento olacaktı. Durmaksızın emtia getirip götürecekti gemiler limana. Kâr tutkusunun insanları, insan ticareti yapmaya ittiğini alacakaranlıkta dehşet içinde seyredecekti.
Yolda giderken fırtınaların bulanıklaştırmaya çalıştığı düşüncelerine tutunuyordu ancak Bento. Borsa binasının ve sinagogun yakınlarından geçerken durdu. Karabataklar, rüzgâra aldırış etmeden dalgaların üzerinde oyuncak gemileri hatırlatırcasına dans ediyordu. Kutsal Kitap, görünmez olanı, aklın fiziğine tercih ediyordu. Borsada da görünmez olan egemenliğini kurmamış mıydı? Orada da buğday çuvalları görünmeden el değiştirmiyorlar mıydı? Para neredeyse malın fikri değil miydi borsada? Hele ismine “senet” denilen kağıtlarla fikir, gerçekle bulanık bir bütünlük sağlamıyor muydu madde ile? Nihayet bu simgelerin spekülasyonu ile zenginlik yaratılmıyor muydu tuhaf bir şekilde? Din adamları da gerçekle sembol arasındaki bu kurgudan dolayı mı spekülasyondan zenginleşenleri hedef almayıp aklın fiziği ile yola çıkan kendisini yok etmek istiyordu?
Gülümsedi, rüzgârın içinde şapkasını tutarken kendini Rembrandt’ın kapısının önünde buldu. Kapının açılmasını beklerken burjuvazinin Vermeer’i tercih etmesinin asıl nedenini de tahmin edecekti Bento. Burjuva toplumları yağlı boya tabloları tercih ederlerdi. Hiçbir şey boyanın arkasında saklanan maddeyi hatırlatmamalıydı. Spekülasyon nasıl değişimi yapılan maddeyi değil parayı öne çıkarıyorsa, reel olan nasıl böylece gizli kalıyorsa Vermeer’in tabloları da öyleydi. Gerçek olan, öz olan, boyanın ardında gizliydi. Kârın nereden elde edildiği çok görünmemeliydi onlara.
Rembrandt’ın netliği ve kesinliği burjuvazinin hoşuna gitmiyordu. Orada öz açıkça ortadaydı.
Kapı açıldı, içeri girdi Bento. Bekleyen bir kişi daha vardı. Kendini hasta yatağında görmeye gelen din adamı da oradaydı.
Rav Menaşe’ye selam verdi. Sessiz oturmayacaktı bu kez Rav.
Yanına çağırdı Bento’yu.
Haber verecekti sanki ona başına gelecekleri. Ufukta görünen “herem”di2 sanki. Bento, Rav’ın nezaketli sözlerinin altındakileri anlamıştı zaten.
Menaşe Morteira ile olan tartışmalarını anlatacaktı Bento’ya.
Rembrandt’ın usta çizimlerine kendini bırakmış olan yaşlı adam ara ara soluklanıp konuşuyordu. Odaya giren bir kadın şömineyi canlandırdı, çıktı.
3-Ölüm, yaşamak mıdır?
Hahamlar konseyinde Spinoza için yapılan tartışmalarda şuna benzeyen şeyler söylemiş olacaktı Menaşe Morteira’ya: Geçmiş ve geleceğin, halkların ve inançların, hatta ebediyetin kendisinin bile sizin ve onun (Spinoza) için anlamı aynı değil. Siz tarihin çok yönlü gerçekliğinin bilincine varamadınız. Daha doğrusu bu gerçekliği seçilmiş olmakla özdeşleştirdiniz. Bu veri hakikati tek hakikat olarak aldınız. Spinoza ise ebediyetin hakikatinin insanlığın kendini yeniden ve yeniden inşa etmekte yattığını söylüyor. İnsanlığın kendini var ediş biçimi de tercih edilmekte veya rastlantıda değil, tabiatın yasalarındadır.
***
Morteira çatık kaşlarıyla Menaşe’yi dinlerken yaşlı Rav şöyle tamamlayacaktı dediğini: “Dinleyin beni Morteira; bu genç arkadaş gelecek dünyaya şimdiden veda etti.
“Sizin ölmek dediğiniz onun için yaşamın bizzat kendisidir.”
Yağmur durdu. Bento, maddesiz gerçeklik nasıl olsundu ki, diye düşünecekti. Gülerek kapıyı açan Rembrandt’ı görünce ara verecekti düşüncelerine ki tekrar hakikat düştü aklına.
Hakikat; var olan mıydı, bulunabilecek olan mı yoksa sadece aranan mıydı?
[1] Platon’un alegorisine göre bazı insanlar karanlık bir mağaraya zincirlenmişlerdir ve başlarını sağa ve sola çeviremezler sadece karşılarındakini görebilmektelerdir. Doğuştan beri bu mağarada bulunan insanlar mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini görür ve bunları gerçeklik olarak algılarlar. Nihayet bir gün bu insanlardan bir tanesi zincirlerinden kurtulur ve mağarayı terk eder; mağaranın dışında yeni bir gerçeklik ile tanışır ve duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına varır. Bunu mağaradaki arkadaşları ile paylaşmak üzere mağaraya geri döner. Mağaradaki arkadaşları ise mağaranın dışında farklı bir gerçeklik olduğuna inanmazlar. Ve bu insanlara mağaranın dışındaki gerçekliği aktarabilmek de imkansızdır.
[2] Herem (kınama), Yahudi cemaatinden atılma.