“Bizlerle birlikte yaşayan hayvanlarla,
kendi düzeninde yol alan bir tabiatın içinde varız
ancak hepimiz”

Montaigne

Modern Zamanların Normali

Teolojik perspektiften bakıldığında evren hiyerarşik bir yapılanma örneği verecektir. Tanrıdır yaratan ve olması için ol emrini veren. Bellidir ki bu emri veren yönetimi de elinde tutan olacaktır. Denizleri, gökleri, insanı ve her şeyi yoktan var edecek olan odur. Öyle ise bir anlamda emir komuta zinciridir evrende geçerli olan. Bu sıralamada tabiatın nimetleri insan iştahına bırakılacağı için yönetimi de vekaleten olsa bile insana ait olacaktır. Aynı şekilde zincirin altlarında yer alacak hayvanların yazgısı da daha üstlerde yer alan insan iradesine bırakılacaktır.

Hâlbuki çok da uzak bir zamanda yer almayan antik dönem adetlerine bir göz atıldığında hatırlanacaktır ki bir zamanlar hayvanlar da insanlar gibi aynı gökyüzünün mavisi / grisi altında yaşıyorlardı. Aynı tabiat, aynı renkler, insan soyu ile diğerleri arasında hiçbir ayırım yapmadan teknik bilgiyi, yaşama adetlerini, akıl yürütme biçimlerini hakça dağıtıyordu. Tabiatın adaleti ne ise oydu. Ayrımı yoktu önsel olarak. Soylar arasında hiç yoktu. İnsan soyu öncelikli değildi (Descola, 2005) Her yerde ve her zaman tümü ile tarafsız nerede ise dilsiz bir tabiattı kendi yasasına göre varlığını sürdüren. Hümen olan bununla iyi-kötü uyum içinde, olabildiğince mutlu yaşamaya çalışıyordu.

Darwin de Spinoza’dan nerede ise 150 yıl sonra tamamen başka bir bağlamda da olsa insanın, canlı evrenin bir fil gibi, bir böcek gibi ancak bir parçası olduğunu teyit edecekti.

Esas olan uyumdu. Asıl olan bütünlüktü.

***

Yahudi-Hristiyan öğretisine temel bir red gelecektir: Kartezyen fakat asıl Spinozyen felsefeden (Delbos, 1916). Yer üzerinin yönetimi artık akla bırakılmak istenmektedir; yukarıda not edilen ilişkinin hiyerarşisinin altüst edilmesi kaçınılmaz olacaktır bu durumda. Bununla birlikte bu kez kartezyen aklın, tabiatı egemenlik altına alınacak dışsal bir varlık olarak görmesi modern zamanların insanında evrenin efendisi olma ihtirasını değişik bir boyutta büyütecektir.

Önlenemez, durdurulamaz bir güç kazanacaktır bu arzu; modern zamanların temel dinamiğini oluşturacaktır neredeyse. Göksel iktidardan aklın kılavuzluğunda bağımsızlaşma istemi tabiatı yönetebilme, yetinmeyip sonuna kadar sömürebilme arzusuna tutsak olacaktır.

Modern zamanların büyük özgürleşme serüveni, teolojik tutsaklıktan kurtulma arayışı yavaşça bir yanılsamaya dönecektir. Özgürleşme asıl anlamından uzaklaşacak, içeriği boşalacak, yükselme ve kendini aşma amacını yitirecek, modern sonrası denilen günümüzde artık aklın uzağında Virilio’yu sık sık hatırlatan hızla Condillac’ın hazzının renklerini arayan bir yaşama adayacaktır kendini. Hızın ve hazzın ibadetinde, özgürlüğün yanılsamasında, Lipovetsky’nın deyişi ile “geçiciliğin imparatorluğunda” arayacaktır mutluluğu bugünün insanı (Lipovetsky, 1987). Borsanın ve teknolojinin verimlilik hesaplarının belirleyici olduğu ve insan ile büyük ölçüde doğanın sömürüsünün egemen olduğu salt kâr ve zenginleşme arayışına dayanan bugünün varoluş biçiminde başka türlü olması da beklenemeyecektir.

Teolojik tutsaklık (en azından batı dünyasında) özgürlüğün, rasyonalizmin ufuklarında kaybolurken, yerini yeni bir tür tutsaklığa bırakacaktır; Spinozyen özgürleşme, yüceleşme bugünün insanında yerini La Boétie‘nin deyişi ile “gönüllü  köleliğe” bırakacaktır (Boetie, 1576). Aslında kendisi tutkularının tutsağı olan yer üzerinin yeni efendisi (gönüllü kölesi), cansız ve canlı her şeyi köleleştirmeye soyunmuştur artık. Tabiatın kendi mantığı ve yasaları çerçevesinde buna direnmesini de doğal felaket olarak adlandıracaktır.

Kötüyü kendi dışında görme, kökü arkaik dönemlere giden bir arayış, bilinçsiz bir sorumluluktan kaçış olacaktı belki de.

Kötü Nerede?

Thucydides Atina’daki vebayı epidemi olarak nitelendiriyordu. Yukarıdan aşağı inen (epi- demia) dikey bir felaketti anlatmak istediği. Tanrıların öç alma isteminin buna neden olduğunu düşünüyordu. Bugünkü anlamda yatay bir geçişlilik (bulaşıcılık) değildi söz konusu olan.

Kutsal anlatıda az değildir Tanrının gazaba gelmesi. Kurban arkaik dönemde de Tek Tanrılı dinlerde de zaten olası kötüyü durdurmak içindir. Peygamberlerin hikayesi gökten gelecek olana karşı bir yakarışın iniltisidir aynı zamanda.

İnsan kendi dışında arayacaktır kötüyü hep. Modern zamanlar birçok şey gibi bu düşüncede de bir kırılmaya neden olacaktır.

***

Kant’ın, ahlak dünyasının Newton’u olarak nitelendirdiği Rousseau ile değişecektir kötünün ve onun kadar önemli olarak sorumluluğun kaynağı. Camus hayrete düşürücü bir ustalıkla anlatacaktır Veba’da, Çarpıcı cümleler henüz ilk sahifelerdedir.

“(…) Muayenehanesinden çıkan Doktor Rieux sahanlığın ortasında ölü bir fareyle karşılaştı. Sonra bir fare daha gördü, o da ağzından kan fışkırarak geldi, devrildi. Takip eden günlerde fareler deliklerinden çıkıp kilometrelerce kuyruk yaparak insanların yanına ölmeye geleceklerdi…” (Camus, 1947).

Veba aniden böyle başlayacaktı orada. Ve bir gün aniden bitecekti. “İnanmayın” diyecekti Camus’nün kahramanlarından biri, “Veba bitmez. O içindedir insanın.”.

Kötü artık dışarıda değildir…

***

Kant’ın deyişi ile ahlak dünyasının Newton’u Rousseau, Lizbon depreminden sonra, artık tanrısız bir dünyada, sorumluluğun adresi olarak insanı ama daha çok onun oluşturduğu iktisadi ve sosyal yapıyı gösterecekti. Kötülük problemi gökyüzünden yer üzerine iniverecekti artık. Kötü, insanların arasındaydı. Jankélévitch buna Théodice’ye atıfta bulunarak “Anthropodicé” diyecektir. Doğal felaket eski anlamını yitirmiş olacaktır artık (Jankélévitch, 1957).

Efendi olmaya soyunan, artık sınırsız sorumluluğunu da üstlenmek zorunda olacaktır.

İktisatın Dünyasına Teslim Olunduğunda

Kötünün kaynağının da bu yer üzerinde ve daha çok toplumsal-iktisadi örgütlenme biçiminde aranması gerektiğini söyleyen Rousseau, ilginçtir Quesnay ona ekonomi politik üzerine yazdığı kitabını gönderdiğinde üzerine şöyle bir not ekleyip paketi açmadan iade edecektir. Bu türden (kast edilen kuşku yok ekonomi politiktir) kitaplarınızı bana yollamayın, okumayacağım (Sarfati, 2014).

Diderot’nun Ansiklopedi’sinin ekonomi politik maddesinin yazarının bu konuda bir bilgisizliği düşünülemeyeceğine göre “Emile” yazarının hemen kuşku duymaya başladığını düşünebiliriz yeni filiz vermeye başlayan bu bilimden (Rousseau, 1762).

Ekonomi politiği, “kötülüğün, kim bilir Spinoza’nın emperyal eğilim dediğinin, kurumsallaştırılması çabası” olarak görecektir Rousseau. Modern zamanlar insanının güç arayışının maddi zenginlik arayışı ile koşut gideceğini sezinleyecektir. Toplumsallaşmanın olduğu kadar tabiatın tahribinin de bu eylemle ilişkisini kavramış olacaktır.

Sanki Rousseau bu dünya üzerinde “Sürekli zenginleşmeyi savunmak için çılgın olmak gerekir” diyecek olan Kenneth Boulding’e (XX. yüzyılda yaşamış Amerikalı iktisatçı ve filozof) yolu açacaktır. Filozof modern zamanların insanının güç arayışının maddi zenginlik arayışı ile koşut gideceğini sezinleyecektir. Toplumsallaşmanın olduğu kadar tabiatın tahribinin de bu eylemle ilişkisini kavramış olacaktır.

Aklını kuşanmış mağrur bireyin ihtirası ile birlikte önlenemez yükselişi 20. yüzyıldan itibaren felaketlerin yoğunlaşması ile koşut gittiğinde, Rousseau ve Lizbon depremi akla düşecektir tekrar ister istemez; teknoloji sayesinde kazanılan güç doğal olmaktan çıkardığı felaketlerin sorumlusunu artık açıktan işaret edecektir çünkü (Sarfati, 2014).

Akla radikal rasyonalist Spinoza’da gelecektir ama görülecektir ki tekno-iktisatın rasyonalitesinin onun anlattığı ile bir ilişkisi olmayacaktır. Tekliği – bütünlüğü savunan filozofun tersine bugünün dünyası emperyal hiyerarşinin eseri olan parçalanmışlığın dünyasına denk düşüyordu (Sarfati, 2019). Parçalanmışlık bunalım demekti. Modern zamanların (bir zamanlar görkemli) bilimlerinden olan iktisadın rasyonel insanı, aslında kendini yok etmeye adamış olan mıdır?

Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’da işaret ettiği gibi, “İnsan aslında rasyonel olmaktan çok uzak bir varlık değil midir?”. Evini bencilliği ile yok edene rasyonel denebilir miydi ki?

Olabilecek Olan Olabildiğinde

Nemesis suçlayacaktı; “Kendinize özgü bir dünya yaratmanın gururu içindesiniz. İhtirasınız gözlerinize perde olmuş.”. Bir yandan teolojinin mirasını reddederek, öte taraftan ve sadece bu anlamda kartezyen yapılandırmacılıktan sakınıldığında insan ne evrenin merkezinde ne de yaratılışın tepesinde oturmadığını fark etmeliydi; bilmeliydi ki evrenin sıradan ama bilinçli bir sakinidir sadece.

Veba aniden çıka gelmişti diyor Camus. Covid de aniden (!) çıka geldi diyebilecek miyiz? Yanıtın doğruluğu Spinoza’nın Etik’ine bile ihtiyaç göstermeyecektir. İktisadi ve savaşkan amaçlara sıkıştırılan rasyonun biraz uzağında kalıp David Hume’un veya Smith’in sağduyusunun eşliğinde düşünmek yeterli olacaktır. Ama bu arayıştan önce kabul etmek gerekecektir; söz konusu değildir artık bugün felakete çare bulmak, felaketin bizzat içinde yaşanılmaktadır çünkü. Hiç durmadan olabilecek olandan bahsederken karamsarlıkla suçlanacaktır bu satırların yazarı. Ama sanıldığından da hızlı gelmiştir dehşet.

***

Felsefe bir istekse, o da eksik olanın isteği ise, bu evren temelde eksiğin mekânı olacaktır. Eksik olan bizzat insanın kendisi olacaktır öncelikle (Sarfati, 2017).

Tanrının dışlandığı modern zamanlarda sonsuz olan yoktur. Çünkü insan sonlu olandır. Sonlu olan sonsuz olmayandır. Tam olmayandır. Tamamlanmış olmayan kâmil olmayandır. Bugünün dünyasında eksik olanın eseri olan bilim de insanın bizzat kendisi gibi tamamlanmamış olandır. Önce bilimin içerdiği kartezyen şüphenin varlığının unutulması sonra ihtirasın bilimi aşmaya soyunması ve asıl olarak da rastlantıya analizlerde ve düşünce süreçlerinde yer verilmemesi bugünün büyük eksikleri olacaktır.

Bilim insanında kültürün olmayışı da eksik olanlardan biridir bugünün dünyasında. Nihayet hem Spinozyen hem de Nietzcheyen anlamda eksik olan iradedir veya iradenin iradesidir; kaderin bugün kendi yolunda ağlarını örmesini engellemek için gerekli olan eksiktir temelde.

Virüs de bu ağın içinde “olabilecek olandı”, beklenmeyen değildi. Kader kazayı bekliyordu her zamanki gibi (Sarfati, 2014). Bugün artık büyük felaketin önlenmesi söz konusu değildir çünkü onun içinde yaşanmaktadır.

Bugünkü soru artık felaketin büyümesinin durdurulup durdurulamayacağıdır. Ancak bu da önce doğru bir teşhisi gerektirir.

Bugün olan biten, antroposenin faaliyetleri ile ve/veya neoliberalizmle açıklanabilir ama tesadüfün de bunlarla birleşme gereği var. Tesadüf bilinmeyendir, daha doğrusu o aşamada henüz bilinemeyendir.

Rastlantı kazanın hazırlayıcısı olacaktır. Bunlar söylendiğinde; anlaşılacaktır ki kader bilinçle etkilenebilecek; fakat rastlantının kazası hep bir köşe başında bekleyecektir.

Kuşku duyulmayan, kesin olan bilimsel değildir. “Niye”nin cevabı olmayacaktır her zaman. Kaza hep olacakmışçasına yaşamak gerekecektir.

Antroposen beklemektedir; küçük kazayı değil büyük kazayı hazırlamaktadır beklerken. Eksik olan, kâmil olmayan kaderi kazaya hazır etmek istemektedir sanki beklerken. Sonsuz hırsı ile bilinçsizce hazır etmektedir felaketi. Yarından bahsederken yarınsızlığı hazırlamaktadır.

Sanayileşme, bitmez zenginleşme ve büyük olma arayışları ile modern zamanların başından itibaren kaderin ağlarını örmesinin bizzat faili olanın artık şaşırmaya bile hakkı olmayacaktır (Sarfati, 2019).

Antroposen çağı, ihtirasının tutsağı olanın, aslında Spinoza’nın deyişi ile “eksik olanın” tarihi olacaktır bir anlamda. Tamamlanmamış olan, kâmil olmayan, tabiatın efendiliğine soyunan olacaktır. Sonsuz sömürünün mümkün olabileceğini düşünen kaderin gidişinden habersiz kalacaktı. Olabilecekler olabilmeden, uyarılarına kendini kapatan insan, kaderin gerçekleşmek için kaza ile buluşmayı beklediğinden habersizdir sanki. Kaza çıka geldiğinde nedenini sanki kaderin yürüyüşünden haberi yokmuş gibi anlamak istemeyecektir.

Kültürsüz yöneticiler de bu süreçlerde ve özellikle günümüzde antroposeni veya neoliberal politikaların felaketteki yerini anlamak istemedikleri gibi, rastlantının da son aşamada bir neden olabileceğini düşünmek bile istemeyeceklerdir.

Kazanın nihai nedeni Jankélévitch’in ünlü “nerde ise hiçbir şeyi” ile ancak ortaya çıkabilecektir (Jankélévitch, 1957). Ondan sonra “rastlantı rastlantıyı” getirebilecektir

Antroposenin kaderi “nerdeyse hiçbir şey ile” tamamlanabilecektir. “Taklit kuramından” biliyoruz ki rastlantı rastlantıyı çağırabilir; her turist aynı yere gittiği için turistlerin hepsi aynı yere gider.

Bachelard “bilimsel hakikatin” ancak “yeni baştan gözden geçirilmiş” bir hakikat olduğunu söylemişti. Öyle görünüyor ki siyasetçilerin dehşetli kültürsüzlüğünün yanı sıra bilimin kuru mekaniğinin hakikatine kendini kaptırmış bilimcilerin de bu çağda kültür dünyası ile bağları iyice azalmıştır.  Entelektüelleştirme, bilimciler için de gereksizdir artık.

 “Hiçbir şey”in anlamının eksik olan tarafından anlaşılabileceğine dair umutlar azalmaktadır artık.

 “Eksik Olan” İktidarın Ateşi İle Tutuştuğunda

Tesadüfen midir, bu da bilinemeyecektir ama büyük bir muhafazakarlaşma dalgasına denk düşecektir virüsün belirmesi. Bu ikisi birden siyasetin yeni vitrinini oluştururken ilginç bir şekilde Foucault’nun “biyoiktidarı” hızlıca siyaset tiyatrosunun sahnesinde yer alacaktır. Tıp dünyası despotikleşen siyasetin sahnesinde yer almaya talip olacaktır. Genetik olarak sahip olduğunu daha üstlere taşımaya soyunacak, örneğin Trump’ı bile azarlayarak otoriter yönetimin temel unsuru olmaya soyunacaktır.

“Gözetleme ve cezalandırma”da okunanlar aniden Camus gibi sanki bugünün despotizmini anlatmak için yazılmış olacaktır (Foucault, 1975). B.H. Levy’nin dediği gibi: “(…) pencerelerden sarkan bir anlamda tutsak bir kalabalığın sağlık mensuplarına alkışları, yoldan geçen bir bilinmezin alkışlanmasını hatırlatacaktır.” Cümleleri vurucudur bu anlamda.

Tekrar tekrar teyit edilmesi gerekiyor; siyasal despotlar tıp otoriterleriyle kol kola girerken kültürün çiçek bahçelerinin kokusunda sarhoş olmayı bilmedikleri hep söylenecektir insanlığın yarınlarında da.

Galien’den Maimonides’e filozof hekimler az olmayacaktır ama bu kadar baskın bir tıp dünyasının karşısında çaresiz kalacaktır insan. Eski despotlar yeni otoritelerin hiç böylesine gözlerinin içine bakmışlar mıydı bilinmeyecektir. Ama bilinen Agamben’in Kutsal İnsan’da anlattığı gibi tüm rengini kaybetmiş, özgürlüğün renklerini soldurmuş bir yaşamın, kültürsüz bir ortamda büyüyüp despotizmin kabulüne yol açacağıdır (Agamben, 2017). La Boétie’nin “gönüllü köleliği” tıp dünyasının da katkısını alacaktır.


Tıbbi ve siyasi otoriteryanizm “bir beden muhafazasına” dönük yaşantının övgüsünü yapacaktır kaçınılmaz olarak. İnsan varlığı beden yığını ile eşitlenmek istenecektir. Özgürsüzlüğün hatta onun bilincinin mevcut dahi olmaması kolaylaştıracaktır bunu. Kültürsüzlüğün bu bilinci yok ettiği anlaşılacaktır. Tekno-bilimsel yaşantıların, bu ikisinin ikame edicisi olamayacağını gözden kaçırmak isteyecektir siyasi despotizm. Siyasal yöneticiler, kendi kültürsüzlüklerinin perspektifinde geliştirmek istedikleri kapalı, muhafazakâr toplum modelini tıbbın elitinden de destek alarak oluşturmak isteyeceklerdir sanki.

Spinoza, insana en büyük amaç olarak tinsel özgürleşmeyi koymuştu, kurtuluşu koymuştu. İyi bir hayat ruhsal yükselmenin gözetilmediği bir beden muhafazası ve güvenliğinden ibaret olamazdı, kötü bir yaşamdı bu olsa olsa. Beckett Godot’da “(…) bir kemik yığınından başka bir şey olmayacaksın bu gidişle…” der (Beckett, 1949). Talmud bilgini Praglı Maharal da Sartre’dan önce “cehennem ötekidir” yerine “cehennem benin bizzat kendisidir” diyecekti. Spinoza’nın beden ve ruh birliğini hatırlatmış olacaktı neredeyse. Sıkıştırıldığı güvenlik arayışına, anti-virüs arayışı da katıldığında insan olan korku içinde yaşayacaktı. Terörü başka yerde aramaya gerek yoktur artık. Korku içinde yaşayan despota teslim olabilecektir kolayca.

Homeros’ta da “Ulysses” şöyle demiyor muydu: “Çok fazla efendimin olmasında hiçbir çıkar göremiyorum. Asıl efendim bir tane olsun.”

Sonuç Korkuturken

Houellebecq “yarın muhtemelen bugünden kötü olacak” diyecektir. Yaşanmaya başlanan Kafkayen görüntüleri iyi tanımak gerekiyor. Özellikle bu topraklar üzerinde derinliğine bilinmeyen özgürlük bu sayede tümü ile yok olabilecektir. Kendinden korkan, kendisi bizzat korku üreten bir yaşamın zincirleri sarabilecektir her tarafı.

Bugün bilim artık kültürsüzleşmiş durumda. Temel neden bilimcinin kendisi. Atom çağının metafiziği yaşanıyor sanki Heidegger’in dediği gibi. Sayısal çağda özgürlük illüzyonu, özgürlüğün sanısı yetiyor “gönüllü köle”ye. “Geçici olan”, bugün köleliği katmerleştirendir.
Her şeye rağmen insan olana büyük sorumluluk düşüyor bugün. Sonlu olduğunu kabul etmesinden başlaması gerekecek.

Godot’yu Beklerken “Yola doğru, açıklığa doğru, ağaçla beraber” diye başlar. Karantinalı kapanma günlerinde hatırlamak gerekiyor Beckett’i.

-İktisat ve Toplum Dergisi’nin Kasım 2020 sayısında yayımlanan  “Özgürlük Değerini Yitirirken” başlıklı makalemdir.

Write A Comment