Paradokslarla örülü bir dünyada yaşıyor bugünün insanı ve bunun dışında bir alternatif tahayyül bile edemeyecek durumda. Bireysel yaşamlarda olduğu kadar toplumsal yaşamlarda da aslında salt bir hipotez olmaktan öteye gitmeyecek olan, tek ve kuşku duyulmayacak gerçeklik olarak kabul edilmiş durumda. İkilemlerin dünyası zihinlerde hiçbir rahatsızlık yaratmıyor kısaca.

Yer üzerinde tanrısalın tahtını ele geçiren rasyo/akıl bugünün düzeninin tek meşru ve mümkün sistem olduğunun teminatı olarak tüm görkemi ile yükseliyor. Garantör o olduğunda artık alternatifin tahayyülü bile onun çizdiği sınırların ötesine geçemiyor.

İktisadın dünyası bugünün bireyini ve toplumunu teslim almış durumda. Modern sonrası dönemlerin tek hükümranıdır artık iktisat. Toplumsal ve bireysel yaşamlar onun dünyasında oluşabilmektedir. Bugünün insanının özgürlüğü ancak onun dünyasında somutlaşabilmektedir. İktisatçının kavramları ile düşünecektir artık bugün insan ve onların sayesinde hapsolduğu ikilemlerden çıkış yolunu bulamayacaktır. Aramayacaktır bile. İktisat kuşandığı rasyo ile ona tek mümkün yaşamı vazetmiştir çünkü.

“Büyüme” ve “istihdam” iktisatçının dünyasının temel kavramlarındandır ama bireysel ve toplumsal yaşamlar artık bu kavramların etrafında oluşacaktır. İktisatçı olmaya gerek yoktur artık bu kavramları bilmek için. Hatta ötesinde, içselleştirilmiş bir yaşam biçiminin temel taşıyıcıları olacaklardır bunlar. De Gaulle başkanlığı sırasında sanırım 50’li- 60’lı yıllarda şöyle diyerek haber vermeyecek midir yeni dönemleri: “Yurttaşlarımın en az yarısının iktisatçı olmalarını istiyorum, ancak o zaman gerçek bir demokrasiyi ve refahı oluşturabileceğiz.” Ekonomi politiğin mucitlerinden Fransızlar bir yana iktisatla son yüzyılda tanışan toplumlar, Türk toplumu dahil, artık tüm dünyanın iktisadın kavramlarıyla düşüneceğini De Gaulle tahmin edebilmiş miydi acaba?

İnanılmaz paradoks ve ikilemler ile örülü olsa, bireysel ve toplumsal mutsuzluklarla dolu olsa bile Malraux’nun veya Arendt’in “İnsanlık Durumu” bugün iktisadın dünyasının içinde belirlenmektedir.

“Büyüme” ve “istihdam” örneğin, iktisat kitaplarının sınırlarını çoktan aşmış ve gündelik dilin çokça kullanılan kavramlarından olmuşlardır; büyüme en anlaşılabilir şekliyle “zenginleşme” demekse, daha doğrusu sistematik olarak maddi varlığın artışı olarak ifade edilirse, bugünün insanının dünyasındaki büyülü izdüşümleri daha rahat anlaşılabilecektir.  

Büyüme, yani zenginleşme ama hiç durmaksızın zenginleşme vaat eden iktisadın gizemli dünyası kapitalist sistemde mutluluğu aramanın tek yolu olarak belirlenince, yığınların çalkantılı bir denizde, pusulasız kalmış bir gemide durmaksızın savrularak ufukta görünen – ama hiç durmadan kaçan- amaca doğru pupa yelken yola koyulmasına şaşmamak gerekecektir. Bu hedefe varmayı sağlayacak tek araç, istihdam veya bir “iş”e sahip olmak olacaktır. Kısaca, durmaksızın zenginleşme mutluluk sağlıyorsa bir “iş”te çalışmak da yer üzerindeki bu “cennete” ulaşmak için temel araç olacaktır.

Artık bundan sonra tüm bireysel uğraşının ve tüm toplumsal oluşma biçimlerinin bu amaca kilitlenmesine şaşmamak gerekecektir. Toplumsal ve bireysel dünyalarımız bu cennetin arayışına kilitlendiğinde siyasetçi dahil birincil kriter bu amacın gerçekleştirilebilmesi olacaktır.

“İş” böylece yersel ve göksel cennete giden temel ve aslında tek yol olarak somutlaşmıştır. Fakat aynı andan itibaren paradokslar belirecektir. İş arayıp bulan bu kez bu sürecin neden olduğu mutsuzluğun şaşkınlığına düşecektir. Savrulma başlayacaktır. Bu kez peşine düşülen, cennetin anahtarını elinde tuttuğu savlanan “iş”ten kaçınmaya çalışılacaktır. İş bitiş saatleri gözlenirken “tatil” günleri düşlenecektir. Çeşitli disiplinlere mensup “bilim insanları” veya “uzmanları” “iş”te mutlu olma yolları önereceklerdir; ikilemin farkına varılmaması gerekmektedir çünkü. Bir kez cennete giden yoldan kuşku duyulup bu yayılırsa  “iktisadın dini” tuzla buz olabilecektir çünkü. “İş”te mutlu olma yolları önce “iş”te kendini “gerçekleştirebilme” önerisi ile başlayacak sonra “iş”e ara verme ve bu “dinlence”ler veya “tatiller” sırasında aslında “mutluluk yolu” olan “iş”in düşünülmemesi gerektiği önerileri ile devam ettirilecektir.

İş “iş”ten kaçmak için mi bulunmuştur? Mutluluk yolu ondan kaçınmak için mi oluşturulmuştur?

Konu üzerinde çalışan tüm “bilim insanları” ve uzmanlarına rağmen “iş”in mutsuzluğu yoğunlaşırken, “iş”siz yine de “iş”liye özeniyor olacaktır. Yerini kapmak için tüm saldırgan duygularını kuşanmış bekleyecektir veya iktisadın terminolojisi ile “rekabet edecektir”.

İstihdam süreçleri Freud’un deyişi ile insanın içinde var olan saldırganlık duygularını kışkırtmayacak mıdır?

“İş” bizatihi yıkıcılığı barındırıp büyütmekte midir? Yeni cennet anlaşılan bunalımın ve saldırının içinde oluşacak bir süreç olacaktır, bunalım kendini ve ötekini yıkma duygularının filiz verdiği bir süreç mi olacaktır?

Bütün bunlar doğru olsa bile yine de bu paradoksun insan algısında berraklaşmasına ve somutlaşmasına engel olmak gerekecektir.

Hannah Arendt “İnsanlık Durumu”nda iki büyük filozof-ekonomistin, Smith ve Marx’ın, verimli verimsiz emek ayırımı ile doktrinlerini oluşturduklarını ve modern zamanları belirlediklerini yazacaktır. Smith ve Marx verimsiz emeği ve bunun sahibi emekçiyi küçümseyecektir aslında. Arendt’e göre modern dönemlerden önce ise üretmek için değil var olmak için çalışan insanlardan bahsedilirken, modern zamanlarda ve özellikle Marx’ta daha önce hiç olmamış bir şekilde reel verimlilik gündeme gelecektir. Emek-iş (travail)  eski teoride aşağılanırken, modern teoride böylece yüceltilecektir. (Arendt. H:  La condition de l’homme moderne, s. 138)

Anlaşılıyor ki “iş” modern dönemlerde verimli olma koşuluna bağlanarak baş tacı edilecektir. Aynı “iş” Marx’ın dilinde “hiç bitmeyen üretim süreçlerinin tüketim süreçlerinde yok olmasından ibaret”se paradoksun ve onun neden olduğu bunalımın kökeninde modern dönemlere ama daha çok modern sonrası dönemlere dair varsayımlar yatacaktır.

***

Otomotiv sanayinde üretiminin arttığını iktisatçı haber verince, bir sevinç ve iyimserlik dalgası kaplayacaktır herkesi. Büyüme ve istihdama dair olumlu bir dalga yayılıyor. “İş” bulma imkanları artarken otomobil sahibi olmak kolaylaşacaktır. Yukarıda belirttiğimiz bunalımları yaşayacak olan çalışan “iş”li için gerilimini azaltacak yeni bir araç edinme imkanı kolaylaşacaktır. Artık “otomobil” sahibi olabilecektir. Çalışanın üretim sürecindeki bunalımı, ürettiğini yok etme ve kendisini üretim sürecine katarak azaltılmaya çalışılacaktır. Fakat bu kez mobil olmak ve “iş”ine daha çabuk gitmek için aldığı araba ile “mobil” olamayacaktır. Çünkü artık herkes mobil olmak için, daha hızlı hareket edip daha verimli olmak için, “iş” stresini aşıp “tatile çıkmak” için sistemin arzuladığı taklitçi (mimetik) bir eyleme girişmiştir. Üretim sürecindeki bunalıma dışarıdaki gerilim eklenecektir; bunalım bunalımı üretecektir.

Elde cennet anahtarı cehennemin orta yerine mi düşülmüştür?

“İş”in paradoksunu aşmak için çözüm tekrar iktisadın dünyası tarafından verilecektir.

Yine hastayı iyileştiremeyen doktora gidilecektir.

İş bulmak için kırsaldan kente kaçan şimdi daha “iyi” bir “iş” aramalıdır. Daha zengin olup daha “hız”lı bir otomobil almalıdır. Onunla “iş”ten kaçıp (tatile kaçıp)  daha önce mutsuz olduğu(!) kırsal yöreye doğru yola çıkacaktır.

İktisadın vaat ettiği cennetin yolları özellikle mi ikilemlerle örülmüştür diye düşünmemek mümkün değildir artık.

Bu durumda “iş” ister misiniz, istemez misiniz? “İş”in bunalımını mı, “iş”sizliğin bunalımını mı tercih edersiniz? Otomobil satın alamamanın gerginliğini mi, alabilip hareket edememenin bunalımını mı tercih edersiniz?

İş koşullarını yaratmak için iktisatçı çırpınıyor. İş koşullarının içinde nasıl mutlu olunacağını söylemek için, anlatmak için de iş uzmanları ve psikologları sürekli öneri üretiyor. İşsiz olmak veya tatilde olmak yüceltilirken, “iş”li olmak, var olmanın veya “kendini gerçekleştirmenin” olmazsa olmaz bir koşulu olarak getiriliyor.

“İş”li mi olalım, “iş”siz mi olalım? 

Write A Comment