“Gökyüzü ile yeryüzü arasında felsefenin
açıkladığından çok fazlası var.
Kuşların yeridir bu”

Etienne Souriau

Uzaklardaki şarkı

Soğumuş ve buz tutmuş bir yüreği ısıtmak, hesabın, kısa vadeli çıkarın kıskacındaki akla yeni ufuklar açmak… Tutkularının esaretindeki yaşamın dışında, belki bir şafağın ardında aranabilecek alternatif var olma biçimlerini besteleyebilmek…

Ağaç dallarının arasında kaybolmuş minik bir tarla kuşu böylesine önemli sorunları çözümleyebilir miydi? Minik gövdesini aşmaz mıydı bu dev sorunun ağırlığı?

Ama ta modern zamanların başında La Fontaine dahi bilgeliği ile minik Ağustos böceğini görevlendirmemiş miydi bu önemli iş için?  “Çalışkan” karıncanın karşısında aşağılanmasına dahi tahammül edecekti minik müzisyen.

Öyle ise minik tarla kuşu da niye olmasın, ağaç dallarının gölgesinde koyulabilecekti bu işe. Üstelik artık La Fontaine’in öğrettikleri ile bilecekti ki kendi içinde pusulasız kalmış olan bu garip “akıllı yaratığın”, insan oğlunun, yaşamını müziği ile zenginleştirebilirdi, yüreğini ısıtabilirdi hatta.

Sonsuzluğun sükûneti dökülecekti o zaman gagasından ormana doğru. Dalga dalga her tarafa hâkim olacaktı şarkının tınıları.

Koyuldu işine. Koskoca La Fontaine’di rehberi ne de olsa. Hemen cevap geldi tınısına. Ağaçların arasında bir diyalog başlayacaktı şafakta. Evlerinde mahpus olanlar, insanlar dahi pencerelerini açabileceklerdi, kim bilir? Bir şey anlamadan? Levy-Strauss mahçup yazacaktı, eleştirecekti kendi kendini ve modern zamanların büyük eksikliğine; “ne ayıp” diyecekti, “bir kuşun dilini anlamayınca bildiklerim ne işe yarar ki?”

“Hiçbir şey bilmiyorum ki”, diyen Strauss olunca oturup düşünmek gerekecektir. Eğer o da olan bitenden bir şey anlamıyorsa, gururunun altında ezilmiş olan sıradan insan ne anlayacaktı ki bu şakımalardan ve bugün hızla yayılan hastalıktan.

Modern zamanların bilim felsefesini eleştirecekti ama “bir şey bilmeyen” büyük filozof. Kulak kabartmak gerekiyor artık ormanın derinliklerine ve oranın sakinlerine, diyecektir Strauss. Çünkü onlar öteden beri orada idiler; yaratılışın değil, var oluşun pencerelerinden yeni baştan bakmak gerekecektir her şeye ve minik tarla kuşuna.

Öyle ise okumak gerekecektir tekrar tekrar büyük yol göstericiyi. Zor da olsa Spinoza’dan başlamak gerekecektir.

Yeni baştan düşünmek gerekecektir evren üzerine. La Fontaine’in cırcır böceği yeniden anlam kazanırken, minik tarla serçesinin ezgileri evrendeki yaşamı en az insan kadar değerli hale getirecektir.

***

Ağaçların arasında bitmeyen senfoni, diyalog devam ediyordu.

Acelesi olmayanı, hızdan ayağı yerden kesilmeyeni, dinlemesini bileni sarhoş etmişti senfoni.

Virilio söylemişti, “hız, kazanın temel nedenidir” diye; yavaşlamaya övgü düzmek kolay olmayacaktır bugünün dünyasında. İhtiyacı olan insanın yavaşlamaksa minik kuşun yürek açan tınısında bulacaktı bunun için gerekli olan bilinci.

Düşünebilecektir ki o zaman bilimin dahi hız için araçsallaştırılabildiği bir dönemden geçiyoruz.

Kaza kapımızda kol gezmiyor, kapıyı çalıyor bile.

Şafağın aydınlığını dinlemek…             

Geceyi aydınlatmıştı gökyüzüne dolan senfoninin cıvıltıları. Tabiat ışığa boğulmuştu içindeki tüm varlıklarla birlikte; işitmeye ve durup yeni baştan dikkatlice dinlemeye vakti olanlarla söken şafağa doğru yürünebilecekti tınılara kulak verilebilirse.

Tını çünkü eşsiz bir diyalogu başlatmıştı güm güm vuran minik yüreklerde, şarkılar sesle ama aslında yürekten okunuyordu.

Dünyanın en önemli işi olabilir miydi şarkı söylemek!

Tabiatla nasıl kucaklaşabilirdiki başka türlü bu çalgıcılar. Hem bunu bize Strauss’tan çok önce Leonardo Da Vinci’den Montaigne’e kadar birçok filozof fısıldamamış mıydı kulağımıza.

Fısıldamayı duymaktı bütün sorun ama Darwin de Descola da tüm ömürlerini vermişlerdi tabiatın fısıltısını ve kuşun şakımasını tercüme etmeye.

Acelesizdiler.

Makine-hayvanla, şarkısız yaşamak

Modern zamanların kurucusu ve büyük düalist Descartes için doğa insan entelletinin emrine verilmesi gerekendir. Hayvan da bu optikte ele alındığında büyük makinenin bir parçasıdır ancak. Makine gürültüsüz olamayacağına göre hayvandan beklenecek olan şarkısı ile sessizliği ve sükûneti sağlaması değil, hızlı çarka uyum sağlayan bir dişli olmasıdır.

Soluksuzluğun soluğuna mahkumdur insan artık. Modern insan hayvanın ıstırabında, soluksuzluğun soluğunda hazzı arayacaktır. Tüketecektir kendini bu girdapta.

Şarkısız yaşam, yaşamı yok etmektir aslında ama yaşamı yok etmek dünyayı çoğaltmaktan vaz geçmek değil midir aslında?

Descartes makine -hayvan önerisine, hayvanın bir güdüler toplamı olduğu varsayımından yola çıkarak ulaşmıştı. Neyse ki başta Darwin ve kimi modern zaman eleştirmenleri hayvanın bir sinir sistemine sahip olduğunu yazacaklardı: dikkati, belleği, merakı, sağduyusu, aklı ve ahlakı vardı hayvanların ve diplomasiyi ormanda bizden iyi öğrenmişlerdi.

Şarkıdan vazgeçmemek

Minik tarla kuşu kocaman yüreği ile direnecekti. Şafakta konuşmaya gelecekti her günkü gibi. Arkadaşları dalların arasında onu bekliyorlardı.

Tınısında dinginlik, bilgelik vardı. Makine parçası olmayacaktı o ama okumamıştı La Fontaine’i ve insan doğasını tanımıyordu. Hızın hazzında, makinenin şarkısında kendinden geçeni tanımıyordu. Kan renginin ve kokusunun onun için nasıl da kışkırtıcı olduğundan da haberi yoktu.

Yok etmeye doyamadığı için bilgeleri, insana “kendisi için yaratılan” hayvanları kurban edebileceğini söylemişlerdi. Amaçları birbirlerinin kanını akıtmadan kana doyurmaktı onları

Yetmemişti kan dökücüye. O eğlenirken de kan dökmeliydi: “insanın eğlenmesi için yaratılmış bu duygu sahibi olmayan yaratıklar avlanabilmeliydi, hatta savaş kışkırtıcısı ve örgütleyicisi devlet onu da düzenlemeliydi”

Kan akıtılabilirdi ve bunun cezası yoktu.

***

Kuru bir makine takırtısı. Şakıma bitti, yalnız kaldı ağaçlar. Kurşunun kemiklerini parçaladığı minik gövde yere düştü. Kanlar içindeydi. Tüyleri gökyüzünde uçuşuyordu.

Nasıl hızlı davrandım dedi elinde tüfekli insan. İşteki başarımı da buna borçluyum.

Paramparça eden kanın kokusu ile sarhoştu.

Tınısı minik kuşun gök kubbeye savrulurken ağaçlar ağıt yakıyorlardı.

Sıralarını bekliyorlardı.

Aklın teknolojisi kazanırken yoksullaştırıyordu yaşamı.

İnsan tüm renklerini yitiriyordu.

***

-Az’a Övgü aylık felsefe dergisinin Ekim 2020  Av ve Avcılık temalı 2. sayısında yayımlanan “Yaşamı Şakıyarak Sevince Boğmanın Cezası” adlı yazımdır.

Write A Comment