Titiz Olmanın Gerekliliği
Bir gazete köşe yazısında bile olsa çok da basite indirgememek gerekir iktisadi ve toplumsal kavramları. Birçok dil bilimci, dil ile düşünce arasındaki ilişkiyi ve etkileşimi açık biçimde gösterdiğinde anlaşılabilecektir ki; Yahudi ile Musevi, “zenci” ile “siyahi”, dile dökenin farklı toplumsal-siyasi kavrayışını verebileceği gibi, kullanılan dil bunlar hakkındaki anlayışları da yeni baştan yapılandırılabilecektir.
Ama bundan da önemli olarak toplumsal-iktisadi kavramların doğru kullanımı, düzgün düşünmeye ve nasıl yaşanması gerektiğine dair fikir oluşturmaya da yardım edecektir. Bu yer üzerinde durmanın ahlakı da bu titizlikle irdelenebilecektir ancak.
Modern zamanlar bu sorunsalın ve sorunun yanıtının aranacağı bir dönem olmuştur. Montaigne bize “Nasıl ölüneceğini değil, nasıl yaşanacağını öğrenmemiz gerekiyor artık” dedikten sonra, iki temel çizgide aranacaktır yanıt.
Ya Goethe, Dante, Cervantes, Descartes, Spinoza, Marx, Fransız devrimi, komünist ütopya ile toplumsal değişimin, ilericiliğin ruhunu kavrayıp, insan özgürlüğüne ve yücelmesine giden yol anlaşılmaya ve gidişine katkıda bulunmaya çalışılacaktır. Olabildiğince “var olandan” (muhafaza edilmek istenenden) ve oradan elde edilecek çıkardan uzak durulmaya çalışılacaktır, kalıtsal olanın reddinde insan eşitliğine gönül ve yürek konacaktır; ya da gelenekleri-görenekleri, akıl yolu ile ispat edilemeyeni bir yol gösterici bilgelik olarak kabul edip var olanla, yerleşik çıkarlarla bütünleşilecektir. Çıkarı olan, bunu yitirmemeye yeminli olacaktır. Soyut akıl (mesela Spinoza’nınki) böylece aşağılanacak onun yerine dini, devleti, aileyi, özetle geleneksel kurumları ön plana çıkarıp toplumsal yönetimin onlara bırakılmasının gerekliliği savunulacaktır. Gelenek denecektir, soyut olandan mesela akıldan daha önde gelendir.
Bir siyasi felsefe olarak muhafazakârlık, var olanın siyasetinden, yerleşik siyasetin övgüsünden beslenecektir. Değişimi öneren (doğal olarak progressisme anlamında ilericilik) sorumsuz olmakla, şiddet yanlısı olmakla ve barbarlıkla suçlanacaktır.
Ailenin, geleneğin, dinin övgüsü kuşkusuz yerleşik iktisadi çıkarların korunması ile tamamlanacaktır. Kutsal bir egemenlik söylemi belli grupların çıkarının muhafaza edilmesi ile somutlaşacaktır. İktisadi hayat bu ilişkinin belirlemediği soyut ve kendiliğinden bir söylemle anlatılacaktır. Mesela işsizlik iktisadi nedenlerle değil tembellik – çalışkanlık gibi nesnellikten uzak bir anlatımda verilmeye çalışılacaktır. Yahudi çalışkan ama başka bir grup mesela; “tembel zenci” olarak nitelenebilecektir. Batı uygarlığının temeline koydukları yaşamları dahi görmezden gelinebilecektir böylece.
Kendinden menkul aristokrat bir bakış da eksik olmayacaktır tutuculuğun mayasında. Kuşkusuz Fransız Devrimini reddeden soyluların anısından kaynaklanacaktır bu. Özgürlük ve zenginlik önce onlara ait olmalıdır.
La Fontaine sanki onlar için yazmış olacaktır: “Güçlünün hakkıdır en mükemmel olan.”
Siyahilik ve Yahudilik; Ortak Bir Yazgıda Buluşmak
Siyahilik ile Yahudilik büyük farklılıklarla birlikte şaşırtıcı ortak yapısal özelliklere sahip olacaklardır. Bir egemenlik ilişkisinde yazılacaktır tarihleri. Ezilen, baskıya uğrayan olacaktır genel olarak iki grup da. Ama tutucu Yahudilik nedense kendisinin dışında ezilmiş olmadığını düşünmek isteyecektir.
Levinas1 itiraz etse ve kısmen haklı olsa da, Sartre çok yanlışlanamayacaktır. Yahudi, evet Yahudi olan da olacaktır ama Yahudilik (sosyal grup olarak) söz konusu olduğunda kendisine Yahudi denen de olacaktır; tıpkı siyahinin zencilik söz konusu olduğunda kendisine zenci denen olmasına benzeyecektir ilişki.
Yahudi olan Yahudiliğini dışarının ahlaki ve hatta normatif bakışında özümseyecektir; Sartre burada haklı olabilecektir. Başkalarının bu konudaki normatif yargısı, Yahudi’yi savunmaya götürecek ve sığınacağı mitolojileri yaratmasına neden olacaktır. Bunlar akıldan uzak olacaklar fakat; Yahudi, Yahudiliğini savunmak için ihtiyaç duyacaktır bunlara.
Kültürü ile dini arasında organik ve kendine özgü (ezilmişliğe ve suçlanmışlığa özgü) bir bağ oluşacaktır böylece. Yahudi’nin muhafazakârlığı buralarda oluşurken aynı anda iktisadi motiflerle de tamamlanacaktır. Kültürel tutuculuk tarihsel nedenlerle belirlenmiş iktisadi çıkarcılıkla bütünleşecektir. Dış tutsaklık içerde örülmüş hapishane ile tamamlanacaktır.
Spinoza’nın temel paradigması biraz bundan dolayı da özgürleşme, kurtuluş (liberation) olacaktır.
Siyahinin yaşantısı başka zamanlarda ve coğrafi mekanlarda örülse de, içli şarkıları Césaire’in şiirlerinde ve bitmez çalışma kamplarında dokunsa da, çok benzer bir paradigma içinde oluşacaktır.
Senghor, siyahiliği zenci dünyasının ortak kültürel değerlerinin kendi kendini ifadesi olarak tanımlayacak ve onu siyah olmanın tarihinin ve kültürünün kendini ifadesi olarak dile getirecektir.
Günümüz Sağ Popülizme Savrulurken
İsrail’in Yahudiliğinin ve siyahiliğin azımsanmayacak bir bölümü bugün özgürleşme yolunda ciddi bir aşama kaydetmiştir. Diaspora Yahudilikleri de sağ popülizmin yükseldiği günümüzde konumlarının perspektifinde dünyaya bakışlarını yeni baştan oluşturacaklardır. İki kesimin de artık muhafaza etmek istediği, kaybetmenin telaşında olduğu şeyler vardır. Tutucular ilerici, ilericiler tutucu olabileceklerdir bu durumda.
Değişmeyecek olan tutuculuğun siyaset felsefesindeki tanımı olacaktır. Bir taraf buna göre duygu selinde ve kendi bitmez çıkarının arayışında tarihe ve bugüne sahip çıkmak isterken diğer taraf ezilenlerin lehine ve aklın projektöründe bakacaktır dünyaya. Var olanı korumak değil daha eşit ve iyi bir dünyanın ütopyasını omuzlarında yükseltecektir bu “romantikler”.
Sonuç
Yahudi’nin eğer varsa kaderi sadece ezilmişlik değil, aslında ve ondan daha çok mükemmel olmak zorunluluğudur. Tutuculuğun ve çıkarcılığın uzağında, içsel ve zihinsel mükemmeliyete giden yolda dervişçesine çıplak ayakla yürümektir. Bunun için acı çekebilmektir. Hermann Hesse’nin Siddhartha’si olmaktır, kim bilir.
Mezuza’yı2 kapıda asılı tutmak içerdekilerin ayrıcalığını ve gururlu seçilmişliğini göstermeyecektir. Evin sadece kiracısı olarak, mülkün kendisine ait olmadığını bilerek, dışarıdan her geleni kendisinin de sadece geçici olarak kabul edildiği eve konuk etmek görevini yerine getirmek demek olacaktır seçilmişlik. Olsa olsa bu anlamda aristokrat olmaya hakkı olabilecektir. Ayırt edici işaretin tutucu yorumu içinde evi sahiplenmenin ötesine geçebilmektir ilericilik.
Güçlü ve varlıklı olarak değil tüm siyahiliklerin kaderini de kendisininki yaparak, reddettiği filozofunun dediği gibi yücelmeye, kurtuluşa doğru giden yolun açılmasında emek harcamak demek olacaktır Yahudi’nin ilericiliği.
Evet, muhafazakârlık kötünün iyisini bulmak değildir. Tutuculuk, duygu selini masumlaştırırken, haklı çıkmanın gururu ile takip edilen çıkarı kamufle etmektir.
Yahudiliğin tarihi neyse ki çıkarının ve mitlerinin ötesinde bir evren tahayyül edenlerin de dünyası olmuştur. Zencilerin birbirlerine şiddet göstermelerini örnek gösterip onlara devlet şiddeti uygulanmasını masumlaştırabilen din adamlarının dışında Mendelssohn’ların, Marx’ların, Benjamin’lerin, Arendt’lerin, Troçki’lerin, Lucaks’ların, Buber’lerin, Abraham Léon’ların, Ernst Bloch’ların, St. Jean Daniel’lerin tarihi de olmuştur onlarınki.
1 Litvanya’da dünyaya gelmiştir. “Öteki” kavramının filozofu olarak bilinir. Talmud’u üzerine incelemeler ve yorumlar yapmıştır. 2 Yahudi evlerinin giriş kapısına yerleştirilen ve içinde duanın bulunduğu küçük kutu.
*İlgili yazı, 16 Eylül 2020 tarihinde Şalom Gazetesinde yayımlanmıştır.