18. yüzyılın sonunda Kant etik ve politik düzeylerin ayrıştırılmalarına karşı duracaktır; ilkesel olarak böyle bir şeyin olasılığı tartışma konusu dahi edilemeyecektir.
“Devletin yüksek çıkarları” (raison d’état) gerekçesi söz konusu olduğunda dahi bu yaklaşımdan taviz verilmeye yanaşılmayacaktır.
Kant “siyasetin yılan gibi usta ve kurnaz olmayı gerektirdiğini” söylese bile, hemen bunun sınırlarını çizip şöyle ilave edecektir: “Ahlak ise bir güvercin kadar saf ve temiz olmayı gerektirir”.
Bu durumda, Kantyen perspektifte siyasetin gereğinin, ahlakın normlarının sınırında ancak meşruiyet kazanabileceği açıktır.
Böylece Kant’ın deyişiyle, “siyasetin yılanca ustalığı” ve devlet çıkarı (raison d’état) ancak ahlakın sınırını aşmama şartı ile meşruiyet kazanacaktır.
Bununla birlikte Kantyen yaklaşımın pragmatik gerçekliğinin kuşkulu olduğu yolundaki itirazlar hep yapılagelecektir; “katıksız masumiyetin”, politik ustalığın veya kurnazlığın gerektirdiği durumlarda nasıl muhafaza edilebileceği temel bir açmaz olarak tartışma konusu yapılacaktır.
Peki, o zaman ahlakla siyaset en azından gerçekçilik adına birbirinden ayrı mı tutulacaktır veya ahlak ancak siyasetin ardından mı gelecektir? İktidar, güç ilişkisinden ayrı tutulamayacağına göre ahlakın bu alanda yapacağı herhangi bir şey kalmamış mı olacaktır?
İktidar ilişkilerinin çözümü Hobbesyen analize daha elverişliyse, siyasetin aktörlerinin eylem nedenlerini rasyonel bir kurgu içinde ve ahlaki düzeyin ötesinde aramaları da bu şekilde meşruiyet kazanmış olacaktır. Kendine özgü bir rasyonalite anlayışı etiğin kendi alanına hapsolmasını isteyebilecektir. İktidar böylece ahlakın sınırını aşmakta hiçbir kaygı duymayacaktır.
Bu durumda insan eyleminin varlık nedenini hangi kritere dayandıracağı temel soru olarak belirmeyecek midir; “yılanca ustalık”, “devlet adına” siyaset aktörünün davranışının temel belirleyicisi mi olacaktır?
Ahlakın normları aşıldığında “sandığa yönelmek ve onaylanmak” iktidar için yeterli bir meşruiyet nedeni sayılabilecek midir?
Öte yandan “etik doktrin”i temel yol gösterici olmaktan çıkarmak, insan toplumlarını pusulasız bırakma riski taşırken iktidarın varoluşunun hangi kriterlere dayandırılacağı sorusuna cevap aramayı demagojik söylemlere açık hale getirmeyecek midir?
Smith’e göre insanın temel eylem nedenleri arasında kibir ve gösterişçilik en ön sırada gelir. Aslında ahlak kuramını ve ekonomi politikteki zenginleşme nedenlerini buna dayandıracaktır ünlü filozof. Gösteriş aslında görünmek ve “ben”in sürekli olarak ve bitmez bir şekilde kendini başkalarına onaylatmak isteğiyle ilintilidir. Russel da tarihsel süreçte, insanların eylem motifinde temel olarak doymazlığı, gösterişi ve muhtemelen bunlarla ilişkili olarak iktidar aşkını sayacaktır.
Smith’deki kibirli gösterişçilikle, Russel’ın gösterişçiliği aslında birbiriyle örtüşmektedir. Gösterişçilik ve görünme isteği sıradan zenginleşme isteğinden, en üst düzeyde zafer aramaya kadar geniş bir yelpazede tanımlanabilecektir. Bu durumda siyasetin ahlakın sınırlamasından kurtulmuş olması, insan tabiatından kaynaklanan büyük bir riski de beraberinde getirmeyecek midir? Zenginleşme tutkusunu da içine alan kibirli gösteriş, iktidar aşkında kendin somutlaştırma tehlikesini de içerecektir.
Bu anlamda iktidara sahip olan, tatmin olmaz onaylanma isteğinde kendini var edecektir ancak. Durmaksızın kalabalıkların alkışını araması ancak bu şekilde açıklanabilecektir. İktidar sahibi kimi zaman tanrı adına konuştuğunu ileri sürecek ve onunkine benzer kutsanmaların odak noktası olmak isteyecektir. Tanrı sürekli olarak ve hiç bitmeden kutsanıyorsa, kendisi de böyle bir isteği içinde büyütebilecektir.
İktidar aşkı Smith için de, birbirinden uzak görünse de Russel için de aslında bu gösteriş isteğinin içinde yükselecektir. Debord bunu daha sonraları “görünme” isteği olarak başka anlamlarda da olsa devam ettirecektir. Gösterişçilik gururla sarmaş dolaş bir şekilde iktidara talip olanın ve onu bırakmak istemeyenin, bu durumda iktidar aşkının temel bir güdüsü olacaktır. İktidara talip olan hangi düzeyde kutsallıktan bahsederse etsin, tanrıya veya insanlığa hizmet etmeyi amaçladığını söylerse söylesin aslında temel eylem nedeni kibirli bir gösterişçilikle beslenmiş iktidar aşkı olacaktır. Russel’ın belirttiği gibi iktidar mensubunun kibirli gösterişçiliği doğası gereği tatmin edilemeyecektir. İktidar sahibi doyumsuz olacaktır. Hiçbir şey onu tümüyle tatmin etmeyecektir.
Bu durumda siyasal gerçekçilik veya kutsal devlet adına etiğin politik düzeyi sınırlamaması gerektiğini ileri sürmek, iktidar sahibini, bu asla tatmin olmayacak susamışlığının girdabında denetimsiz bırakma tehlikesini de içermeyecek midir?
Demokrasiler öyle görünüyor ki etiğin varlığı, sınırları içinde ancak geçerlilik kazanabilecektir ve tüm zorluğuna karşı etiği politik düzeye taşımak gerekli görünmektedir.
Kant ve Kantçılar etiğin arayışını bir idealizme vardıracaklardı. Bu kritere en azından ulaşmaya çalışmak, iktidarı gerçekten sınırlandırmanın tek yolu gibi görünmektedir.
Siyaset adına, gerçekçi siyaset adına veya ulusal çıkar adına iktidarın, etik kriterlerin sınırlamasından kaçınmak istemesi iktidar sahiplerinin tatmin olmaz, dindirilemez zenginleşme ve gösteriş isteklerinin etkisinde savrulmalarından da kaynaklanmaktadır.
İktidar sahipleri etiğin, siyasetin gerçekçiliğiyle uzlaşmaz olduğunu ileri sürseler bile, “siyasetin gerçeğinin” etiğin ütopyasına bugün her zamankinden fazla ihtiyacı vardır.