Şunu anlatarak başlamak istiyorum. Çok zeki bir adam bir ülkenin devlet başkanına gider ve şöyle der: “Ekonominizi düzeltebilirim, işsizlik probleminizi çözebilir, müthiş bir teknolojiyi hizmetinize sokabilirim. Böylece ekonominiz inanılmaz büyür ve asıl önemlisi işsizlik sorununuz çözümlenir” der ve devam eder: “Yalnız küçük bir fiyatı var bunun. Her yıl sizlerden, yurttaşlarınızdan yirmi bin kişinin cesedini isteyeceğim ve bunların çoğu da genç insanlar olacak”. Devlet başkanı durur, dehşet içinde dâhiye bakar ve teklifini kabul etmez. Sonuç; ülke, otomobil icadından ve otomobilin ekonomiye dâhil olup, işsizlik sorununu çözme fırsatını kaçıracaktır.
Siz devlet başkanı olsaydınız ne cevap verirdiniz?
Bu sorunu çözmek için iktisatçı olsanız ne yapardınız peki?
Soruyu bu kadar yalın bir şekilde ve etik yanını ortaya çıkararak değil, başka türlü sorardınız ve çözümünü çok sofistike bir terminoloji ile verebilirdiniz: Otomobille kaza yapmayı hidrodinamik yasalara bağlardınız, ölen insanları da istatistiksel rakamlarla anlatırdınız. Zamanla insanlar buna alışırlar ve hatta bu ölümlere bir tür yazgıymış gözüyle bakmaya başlarlardı.
Ne dersiniz?
Ekonomi nedir?
Ekonomi, bir filozofun dediği gibi modern ve tanrının ötelendiği dönemde, kutsalın başka araçlarla takibinden ibaret değil midir?
Gerçekten de ekonomi politik, modernitenin, kutsal olanın ötesinde oluşturmak istediği dünyasının somutlaştığı mekân olacaktır. Gauchet’in deyişiyle; bu dönemde kutsal olan uzaklaştırılacaktır, siyasa tanrısızlaştırılacaktır. Fakat ekonomi politiğin modernitenin içindeki yol ayrımı asıl bundan sonra başlayacaktır; tanrının tahtının tümüyle insanın rasyosuna devredilmesinden kaçınılacaktır. Eş bir deyişle, ekonomi politiğin kurucuları için rasyonun ufukta gözüken despotizminin önlenmesi de amaç olacaktır. Bu durumda ekonomi politikteki arayış ister istemez etik bir kurgu içinde olacaktır. Tanrının ötesinde yeni ve özgün bir etik oluşturma işlevi yüklenecektir
Tanrı yeryüzünden uzaklaştırılırken, yer üzerinde yeni bir etik oluşturma aşamasında yeni soru işaretleri çıkacaktır ortaya. Problem, dinselden devralınan temel bir sorunu kapsayacaktır. Önce, kötünün kaynağı tanrının olmadığı bir dünyada kötü nereden kaynaklanacaktır? Hemen ardından tanrının tahtına göz diken insanın çıkarı tarafından ele geçirilmesi nasıl önlenecektir?
Etiğin kaynağının sadece tanrısal olduğu eski dünyada, düzenleyici buyrukların sadece tanrı tarafından verilebildiği dünyada, kötünün kaynağının da tanrı mı olabileceği sorusu metafizik düzeyde de, felsefi düzeyde de uzunca bir süre tartışıla gelmiştir. Dünya üzerinde kötülük niye vardı ve bu kötülük nasıl önlenecekti sorusunu, tanrıya yeryüzünden el çektiren modern dönem devralacaktı. Modern dönemin içinde büyük bir yol ayrımı olan ekonomi politiğin felsefesi de kaçınılmaz olarak temelde bu soruya cevap arayacak ve var oluşunun anlamını öncelikle burada belirginleştirecektir. Bu da zaten zorunlu ve kaçınılmazdır. Kötü, niçin vardı ve kaynağı neresi idi sorularının cevabı ne olacaktır.
Rousseau ünlü ve korkunç Lizbon depreminden sonra Voltaire’e şöyle yazacaktır; ”Ey insanoğlu! Kötünün kaynağını arama artık. Onun yapıcısı bizzat sensin. Kötü ancak senin eserin olabilir, kendi üzüntülerinin kaynağı sensin”.
Ekonomi politik yeni düzenin asli unsuru olurken, bu soruların yanıtlarıydı asıl bulması gereken.
Felsefedeki, metafizikteki ve dinseldeki kadim soru bütün ağırlığıyla gündemdedir. Kötülük bir panzehir olarak tanrısal tehdit olmadan nasıl engellenecektir.
Soruya bir cevap da Rousseau’dan gelecektir; modernitenin “constructiviste” (yapılandırmacı) Rousseau’su için kötü ilkel hali içindeki insanın ürünü olmayacaktır. İlkel tutkular, kendi çıkarını gözetmez, çünkü. Rousseau’ya göre ilkel tutkular sevecen, hoş ve iyidirler. Bu tutkular onları taşıyanlarla ilgilidir sadece. Rousseau buna öz sevgi “amour de soi” (kendine sevgi) diyecektir. Fakat diye ekleyecektir Rousseau, bu tutkular başka biri ile karşılaşma aşamasında engellendiğinde artık onların tek amacı bunları aşmak olacaktır. Olanca enerjilerini bunları aşmaya harcayacakları için artık kin ve nefret yüklü olmaya başlayacaklardır. O zaman Rousseau için olumlu “amour de soi”, kin ve nefret yüklü “amour propre “ (salt kendine dönük sevgiye) dönüşecektir. Artık diye yazacaktır Rousseau; ”Biz ancak başka birinin kötü duruma düşmesi ile tatmin olup mutlu olabilecek duruma gelmiş olacağız”.
Kötünün kaynağı burada besbelli ki ekonomin modernitedeki toplumsal biçimidir. Rekabet (öyleyse hırs, nefret ve alt etme duygusu) ve çıkar üzerinde yükselecek bu toplumsal yapılanma biçimi kötünün üreticisidir ve yıkıcıdır. Yıkıcılığı içinde taşır ve üretir. Toplumsallaşma süreci böylece şiddet üretecektir.
Ekonomi de bu sürecin etkin bir unsuru olduğuna göre ekonomi şiddetin kaynağı olabilecektir.
Rousseau da “Çıkar takibi başka birinin elenme isteğine yol açacağı için ve ötekine karşı yıkıcı tutkuları kışkırtacağı için kötünün kaynağı” olacaktır
Bu çözümlemeden çıkan sonuç, ekonomi politiğin bu döneme ilişkin temel anlamını da verecektir. Rousseau için de çıkar takibi başka biri ile karşılaştığı andan itibaren ona karşı bir mücadele içine girmeyi gerektirecektir ve o andan itibaren dejenere olacak, kötünün bizzat kendisi olacaktır. Ekonomi bir ilişkiler toplamı olarak kötünün ve şiddetin bizzat kendisi olacaktır.
Rousseau için kötü ekonomi politiğin bizzat içinde somutlaşacaktır. Örneğin rekabet Rousseauyen anlamda baktığımızda kötülüğün kaynağıdır. Çünkü ötekiyle karşılaşan birey, diğerini alt etmeye çalışacaktır; öz çıkarın tatmini başka birinin mahvına bağlıdır.
Rousseau zamanının toplumunu tenkit edecek. Modern zamanlarda özellikle insanların sadece öz çıkarlarıyla davrandığını ileri sürecektir. “Amour-Propre” (öz çıkar) ile bu toplumun bireylerinin sosyal ilişkileri ticari-mübadele ilişkilerine dönüşecek, böylece eşitlik kaybolacak, toplumsal eşitsizlikler artacaktır. Böyle bir toplum üzerinde oluşan sosyal ve politik bir felsefe, toplumdaki istismar ve sömürü ilişkilerini doğallaştıracak ve böylece iktisadi etkinlik adaletten önce gelecektir.
Burada iktisadın etkinlik ve adalet çatışması gündeme gelecektir. Rousseau için alternatif ancak hem bu adil olmayan topluma alternatif, hem de bu çerçevedeki sosyal ve politik felsefeye alternatiftir. Bunun için önce bir bolluk ekonomisinin ve bölüşme ekonomisinin kurulması gerekecektir.
Rousseau bunu “Nouvelle Heloise” (Emile yada Eğitim Üzerine) de anlatacaktır. Ekonomik ilişkilerle duygusal ilişkilerin birbirinin içinde geliştiği iktisadi organizasyon “isteğin, kıskançlığın olmadığı” bir organizasyon olacaktır. Her birey sosyal zenginliğin üretimine kendi enerjisi ve emeğiyle katılacak ve herkes buradan kendine düşen zenginlik payını alarak toplumdaki yerini, konumunu sağlayacak ve bir daha oradan çıkmak istemeyecektir. Burada söz konusu olan eşitlikçi bir toplum değildir, fakat doğru, adil bir toplumdur. Dolayısıyla ötekine karşı isteğin, kıskançlığın olmadığı bir toplumdur.
Bu ekonomi sosyal bir projenin ancak başlangıç noktası olabilir. Çünkü doğruluk ve adalete ancak politikayla varılabilir. Burada böylece Rousseau’nun fizyokratların geliştirdiği yeni bilim anlayışına niye karşı olduğunu anlıyoruz. Buradan hareket ederek Rousseau’nun refah ekonomisine niye karşı olduğu da açıktır. Bununla ancak Rousseau’nun bolluk ekonomisiyle, isteğin, kıskançlığın olmadığı denge hali tarif edilebilecektir. Çünkü burada önerilen adaletin iktisat teorisidir. Fakat bunlar tabii sınırlı kalacaktır, çünkü Rousseau’nun önerdikleri için önce bireyin “amour prope” tarafından yani öz çıkar tarafından güdülenmemesi gerekecektir.
Rousseau’nun ideali, temelde daha adil bir toplum için kıskançlığın ve başkasına isteğin olmadığı, sadece bu türden sosyal ilişkilerle örülü bir ideal olacaktır. Ona göre her sosyal felsefe adalet ve doğruluk üzerine bir düşünce içermektedir. Bu ancak gelişmiş ve düzenli bir toplumun temelini oluşturabilir.
Rousseau bu adalet anlayışı ile o dönemden itibaren geçerli olmaya başlayacak olan iktisadi söylemlere muhalif olacak, böylece dönemin ekonomi bilimine karşı olacaktır. Bu bilimin sadece iktisadi etkinlikle ilgilendiğini, doğruluk ve adalet üzerine hiçbir şey önermediğini söyleyecektir. Böyle bir durumun hiçbir zaman sosyal bir felsefenin temellerini oluşturmayacağını ileri sürecektir.
Rousseau böylece iktisat bilimiyle mesafesini öylesi oluşturacaktır ki fizyokratların kitaplarını bile okumayacaktır. Rousseau için fizyokrasiyle doğal hukuk bitmiş olacak ve yasal despotizm başlayacaktır.
Rousseau buna karşılık “genel isteğin” toplumunu önerecektir. “Nouvelle Helois”te bir doğruluk ve adil olma idealini anlatacaktır. Şöyle diyecektir: “Bir iktisadi organizasyon ancak hiç kimse kendi yerini değiştirmekte bir çıkar görmezse adildir. Hatta servetin eşitsiz bir dağılımı sonunda bile kimse yerini değiştirmek istemezse bu adil bir toplumdur”.
Bu durumda Rousseaucu doğruluk ve adalet algısı mutlaka ekonomiden geçer, üretimden geçer ve malların dağıtımından geçer. Bütün bunların “isteğin ve kıskançlığın” olmadığı bir toplum yapılandırması gerektireceği açıktır.
Rousseau eşitlikçi bir toplum önermeyecek, Rousseau ortaklaşa bir mülkiyet önermeyecektir. Rousseau bir piyasa toplumunda mümkün olan eşitsizliklerin büyümesini önleme yolunu arayacaktır.
Bu durumda doğal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak değil, onları adaletsiz bir duruma getiren ve yeni eşitsizlikler üreten duruma getiren şartlardan kurtarmak demektir. İnsanlar adil olmayan bir toplumda yaşadıklarını düşünmemelidirler. Bu duygu sürekli kıyaslama, rekabetten ileri gelir ve bunu da öz sevgi besler aslında.
Ciddi bir iktisat teorisi olmayacaktı Rousseau’nunki, bu açıdan Rousseau’nun siyasal felsefesini düşünmek daha anlamlı olacaktır.
* İktisatçılar Tartışıyor – İktisat ve Felsefe Panelinde Sunulan Tebliğden Alınmıştır, 2013, İstanbul