İnsanın karnını doyurmaya yeten, zevkinin tatmininde yetersiz kalacaktır.
Condillac
“Gerekli olmayan ihtiyaçlar doğal halden uzaklaşıldıkça, doğal hali değiştirirler ve onu yanıltırlar… Bir zaman sonra bu ihtiyaçlar da doğal olarak isimlendirileceklerdir. Toplum halindeki insan bu ihtiyaçların da kendisi için gerekli olduğunu düşünecektir.”
Condillac
I- Entelektüelin Büyük Hüsranı
Bir yanılsamadan mı ibaret olmuştu bütün bir yüzyıl? Ütopyanın bizzat kendisi olmamış mı idi sonsuz sayıda parçaya bölünüp kozmosun derinliklerine doğru savrulan? Ama bu durumda nasıl yaşanacaktı ki yer üzerinde? Mitolojinin Tanrılarından Musa’nınkine, oradan da İsa’ya ve daha başkalarına hepsi en azından bin yıllık vaatler getirip koymamışlar mıydı insanın önüne? Hem de ta bilinmeyenden, gökyüzünün derinliklerinden dile getirmemişler miydi onları?
İnsan da nasıl ve nereden düştüğünü bilemediği bu yer üzerinde; büyük yabancılaşmasını, büyük yabancılığını bunlarla aşmaya çalışmamış mıydı?

Modern zamanlar da nihayet aynı vaatlerin yer üzerindeki savunuculuğunu yapmayacak mıydı? Bu taraftaki cennetin mimarı olmaya soyunmayacak mıydı? Bu kez rasyosu eşliğindeki insanın bizzat kendisi geçecekti tanrıların yerine. Gökyüzünün kaybolmuşluğunda bir şey aramaya da gerek kalmamıştır artık. Üstelik, İsa’nın da Sezar’ın da bin yıllık vaatlerinden daha anlaşılırdı şimdiki.
Modern zamanların zihniyet dünyasının tepeden tırnağa her yeri kapsadığı 20. yüzyılda, herkes sanki sözleşmişcesine kendi bin yıllık hayalini sahneye koymak isteyecektir. Akıl da bunların bir düş olmadığını bilimsel olarak kanıtlamaya soyunacaktı sanki tarih önünde. Cennet yere indirilecek, yer üzerinin bizzat kendisi cennet olacaktı bundan böyle. Kutsalda bir şey aramaya gerek kalmamıştır diyecektir ebediyet vaat eden yer üzeri peygamberlerinden kimileri.
Öyle ise insan olanın artık anlam aramayı bile öte tarafa bırakmasına gerek yoktu. Anlam, Tanrı’ya dahi ihtiyaç duymadan öte tarafla bu tarafı birleştirecekti ve sahne bile hazırdı artık. Aradığı anlamı nihayet yer üzerinde somutlaştırabileceğini gören insan, teatral sahnesini bile hazırlamıştı bu yeniden doğuşun.
Modern zamanların ürünü entelektüel de yarattığı anlamın coşkusuna katılmaya herkesi davet ediyordu; özgür, zengin, eşit ve mutlu olunacaktı artık. Üstelik tekil egoların yırtıcılığında değil, toplumsal birlikteliğin yumuşaklığında barış içinde var olunacaktı bu yer üzerinde.
Ama 20. yüzyılın ortalarından itibaren sanki daha önce sahneye konmuş bir tragedya tekrarlanıyordu. Akıl da bu kez kutsallı yanılgıların tuzaklarının aynısına sürüklüyordu sanki insanı.
Bütün bu yer üzeri sahnesinin ve cennetli ütopyanın çöküşünün yarattığı hayal kırıklığını düşünsenize diyecektir Cioran bunu yorumlamak için (Cioran, 1960: 18). Ve 20. yüzyılın sonu, entelektüel-mühendisin en ince ayrıntısına kadar tasarladığı bu cennetin yok olmasına -kim bilir edilmesine- tanık olurken, düş kırıklığı Cioran’ın anlatımını dahi geçebilecektir. Baudrillard bu büyük çöküntünün sonucunu pek de yanlış sayılmayacak bir tespitle boşluğun bizzat kendisi olarak tanımlayacaktır (Baudrillard, 1982). Nietzsche de bir önceki yüzyılın sonundan peygamberce öngörüsünü yapacaktır; “bugün ne var sorusuna hiç var” diye cevap verecektir.
Boşluğun tanımını fizikçiye bırakarak Nietzsche’nin “hiç” ini bir tür anlamsızlık olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır bu durumda. Modern zamanların anlam yaratıcısı -entelektüeli- de kuşkusuz şaşkına dönmüştür. Nerede ise 500 yıldır cansız maddeyi bile anlamlandırabileceğini ileri süren, emeğinin boşa gittiğini görmüştür. Anlam anlamsızlaşırken, onun değeri ve genel olarak değer de değersizleşmemiş midir?
Uçup gitmiştir sanki her şey. Ebediyet kalıcılık demek değil miydi? Uçup giden, kalıcılığın kalıcı olmadığını gösteriyordu sanki. Zweig’ın “dünün dünyasında” anlattığı o 19. yüzyılın istikrarı da ebedi bir istikrarsızlığa dönüşmenin sinyallerini veriyordu (Zweig, 2000). Valéry 1940’larda görmüş olmalıydı sanki bunu. Şuna benzer bir şeyler yazacaktı; “belirsizliğin, istikrarsızlığın asıl olduğu bir dönem başlıyor” (Valéry, 1946). Kuşkusuz bahsettiği doğanın bilinmezliği değil insan-mühendisin yarattığı belirsizlik, istikrarsızlıktı.
Camus de yapıtlarında hüsranını anlatacaktı; “bin yıllık rüyalar sona ermiştir” diyecekti. Kuşkusuz kastettiği sadece Hitler’in Almanya’ya ait hayalleri değildir. O düş (daha doğrusu kabus), II. Dünya Savaşından geriye kalan yakıcı küllerde sonsuzluğa doğru en azından savrulur gibi olmuştur ama asıl söylemek istediği Marksizmin büyük düşünün de bitmiş olduğudur. Belki Marksizmin cenneti yer üzerine indirme tahayyülünün bitmiş olduğunu vurgulamak istemişti (Camus, 1985). Hatta bir yapıtında öykünün kahramanı şöyle diyecektir; “Ne istiyorsunuz ki; artık bir tek şey var ben, ben, ben.” (Camus, 1972)
Lyotard’dan (Lyotard, 1979) Baudrillard’a (Baudrillard, 1982) kadar birçok yazar ve sanatçı için de sanki büyük toplumsal ütopyalar, toplumsal birliktelikler artık ömrünü doldurmamış mıydı?
Baudrillard Toplumsalın Sonu isimli yapıtında yeni bir tür bireyin 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yükselişini anlatacaktı. Derrida da ideolojilerin sonunda aynı şeye dikkat çekecektir (Derrida, 2016).
Baudrillard’ın deyişi ile artık, Lenin’den Mao’ya kahramanların ve kahramanlıkların çağı bitmişse, büyük toplumsal idealler çoktan gökyüzüne savrulmuşlarsa yaşamın gayesi artık herkesin kendi çabasına bırakılacaktır (Baudrillard, 1982). Ortak yaşamın büyük idealleri bittiğinde, onlar küçülürken herkes kendine gönderilecektir. Ortak yaşamlar sığlaşırken “ben” derinleşmeden büyüyecektir. Kanseri andıran ürkütücü bir büyüme de olsa bu, başka bir yolun olmadığı zihinlere kazılmaya çalışılacaktır. “Ben” modern zamanları açan bir keşif, bir özgürleşme çabası değildir artık. Kendi bilincine varmanın tezahürü de olmadığı gibi bilimle beraber büyüyen, ona yolu açarken kendini gerçekleştiren hiç değildir. “Ben”in modern zamanların başından itibaren rasyo ile kendini var eden, özünü tanıyarak serbestçe algılayan ve bu süreçte toplumla beraber var olmanın mümkün yollarını araştıran olduğu çoktan unutulmuştur. O artık kendine hapsolmuş, salt kendinden ibarettir. Narsisizm temel bir varoluş biçimidir bundan böyle dünyada. Narsisizmin kişilik bozukluğu mu olduğu, Girard’ın ileri sürdüğü gibi toplumsal yapıda taklit sonucu mu geliştiği tartışmasını konudan uzaklaşmamak kaygısı ile sonraya bırakıp şu söylenebilecektir; hüsran içindeki yeni birey dünyayı kendinden ibaret gören olacaktır artık (Girard, 1961). Kendi de, aklından çok duyum ve duygulanımlarına indirgenen olacaktır (Sarfati, 2009: 53).
Bu yol bireyin, Heideggeryen perspektifden bakıldığında dolu dizgin “hiper birey” olana savrulması demek olacaktır (Heidegger, 1986). Peki bu özgürlüğün, politik alanın içine toplumsal alanın içine alınmış boyutlarını yok etmeyecek midir? Ve yine aynı pencereden bakıldığında, bu, insanı evrensel olanın ötesine toplumsal olanın ötesine kaydırmayacak mıdır?
Özgürleştiğini sanan, aslında kendi hapishanesine kapanan veya kapattırılandır.
Burada artık Lyotard’ın deyişi ile herkesin kendisi, kendisi için az olacaktır. Bu az hiç dolmayan bir bardak gibi olacaktır herkes için. Bitmeyen bir çaba aynada kendini seyreden için asıl olandır. Kendisi bitmezdir. Kendi olan hep azdır (Lyotard, 1979).
Bununla birlikte bütün bu söylenenler, doğrulukları çok az kuşku götürüyor olsa da Smith’in de Marx’ın da vurguladıkları gibi nihayet olguların görünen yüzlerinden ibaret olacaktır. Onun arkasına geçmek ve bu savruluşun izlerini sürmek, ekonomi politiğin entelektüel tarihinde iz sürmeyi gerektirecektir.
İktisat teorisindeki büyük dönüşümün ipuçları Walrasgil devrimde fazlası ile varsa bile önce Condillac’a gitmek gerekecektir. Görülecektir ki Foucault’nun dediğinin tersine büyük kırılma Ricardo’da deği, Condillac-Bentham çizgisinde izlenebilecektir.
Yine görülecektir ki, eylem motifi temelde isteğinden ibaret olan yeni bireyin, hiper endividünün, düşünsel temelleri Condillac’ta atılacaktır. Yeni dönemin temel nitelikleri olan geçicilik, uçuculuk (volatilité) ilginç bir şekilde sanki ısmarlanmışçasına Condillac tarafından hazırlanıp Walras’a ve oradan postmodern iktisadi ve felsefi düşünceye miras olarak bırakılacaktır.
Condillac’ın duyumlar teorisinin ürünü olan birey ve yapıtı için anlaşılacaktır ki süreklilik, istikrar, kalıcılık, toplumsallık ve bin yıllık rüyalar mümkün değildir (Condillac, 2005).
Görülecektir ki esas olanın “an” olduğu bugün Marx’ın veya Smith’in projelerine değil Condillac-Bentham çizgisine denk düşecektir. Ve bu nerede ise kaçınılmazdır.
II- Unutulmuş Bir Filozof Condillac
Lyotard büyük toplumsal hayallerin ve gerçekliklerin zamanı bitti, artık asıl olan herkesin kendisinin kendisi için az olmasıdır derken aslında şunu söylemek istemeyecek midir? Değer Smith’in ve Marx’ın dediği gibi evrensel ve nesnel bir gerçekliğe denk düşen değildir. Ezelden ebede gökyüzüne çakılı olan olmadığı gibi kutsal olan da değildir. İktisadi değerin ihtiyaçla ilişkisinde de mesela Smith düpedüz yanılmıştır. Çünkü objektif olarak tanımlanamayan ve ölçülemeyen ihtiyaç salt duyumlarla ilişkilidir. Bu gizem dolu cümle, bu felsefi ve ekonomik önerme bir yandan bugünün büyük iktisadi düzeninin ve sisteminin anahtarını, ama bir yandan da insanının ve narsisizmin gizli şifrelerini verecektir. Lyotard’ın kendine yetmeyenini, diğer bir deyişle narsistini, değerin ve ihtiyacın tanımlarında ve aralarındaki ilişkilerde görmek yararlı olacaktır.
Yüzyılın unutulmuş filozofu Condillac şaşırtıcı bir şekilde bize bu şifrenin kodlarını verecektir.
Smith’ten de, Marx’tan da tümüyle ayrılarak değerin analizini belli bir ihtiyaç tahliline dayandırır Condillac. Şöyle yazar; “Değer ihtiyaç üzerine temellendirildiğine göre bir ihtiyacın hissedilmesi yoğunlaştığında değeri artar, daha az hissedilen bir ihtiyacın değeri azalır. Şeylerin değeri nedret halinde artar, sahip olunan malın miktarı arttıkça değeri düşer. Hatta değersiz dahi kalabilir. Yararsız olan değersizdir.” (Condillac, 2015)
Marjinalizmin analizini şimdilik bir yana bırakırsak postmodern düşünürün, kendisinin keşfettiğini sandığını, Condillac nerede ise 250 yıl öncesinden dile getirmiş olacaktır böylece. Derrida’nın belirttiği gibi Condillac daha da ileri giderek rasyonaliteyi eleştirip (Derrida, 1990), ihtiyacı salt duyumlarla da tanımlayabilecektir. Değer de ihtiyaçla ilişkilendirildiğine göre, o da esas olarak duyumla ifade edilecektir. Duyumlar ve oradan hareket ederek anlam da herkesin “kendine ait” olduğuna göre anlam da değer de tümüyle sübjektif bir nitelik kazanacaktır. Öyle ise değer nesnel olarak tanımı imkansız olandır. Değer herkesin kendine aittir. Lyotard’ın deyişi ile kendine gönderilen herkes yani narsist, kişilik salt kendi değerini arttıranı olumlu görecektir. Ama bu keşfi bir şeyi görmesine engel olacaktır, var oluşunun anlamı, anlamını yitirmektedir.
Dille zihinsel gelişim arasındaki ilişkiyi tüm yapıtı boyunca öne çıkaran Condillac, simgelerin de fikirlerin kaynağında olduğunu ileri sürüp, sıra ihtiyaçla düşünce arasındaki ilişkiyi kurmaya geldiğinde şöyle yazacaktır: “İhtiyaç bizim şeylerle aramızdaki ilişkiyi mümkün kılan tek ilkedir”. Bu bağlantıların gücü tamamen işaretlerin analojisinde kaynağını bulacaktır.
Derrida’ya göre de güç, analoji ve anlam bir bütün olarak bir ihtiyaç teorisinde düzenlenecektir (Derrida, 1990). Filozof ilginç bir şekilde ilave edecektir; “sakın acele edilip ihtiyaç teorisi bir istek teorisinin karşısına getirilmesin.”
İhtiyaç teorisi Condillac’ta bir istek teorisine giden yolu açacaktır.
Şifrenin kodları çözülmektedir; duyum-ihtiyaç-değer arasındaki ilişki Condillac tarafından mükemmel bir şekilde ortaya konmuştur. Simgelerin dünyası da daha sonra isteğin teorisinin kurgusunda kullanılacaktır.
İşte bunun için Foucault’nun yanıldığı ileri sürülecektir. Foucault bugünü iktisat teorisinin Ricardo’daki büyük kırılmasında görür. Ama Smith-Marx çizgisinden sonra büyük kopmanın kökü Ricardo’dan çok Condillac- Bentham çizgisinde aranmalıdır sanki.1 Şeylerden çok simgelerin dünyasıdır çünkü artık belirleyici olan.
Görüldüğü gibi ekonomi politiğin pusulası takip edildiğinde yukarıda anlatımı yapılanların düşünsel kaynakları izlenebilmektedir, sözü edilen büyük kırılma bugünü belirlemektedir. Pusula ile yola devam edilirse, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yer üzerindeki tüm bir varoluş biçiminin radikal değişimini anlamak daha kolay olacaktır.
Şöyle yazıyor Condillac: “İnsan isteklerini oluşturur. Doğa aynı anda insanı tümüyle gözetir. Tam onu biraz huzurlu kılmışken sanki bundan vazgeçer, tövbe eder ve onu yeniden endişelendirecek bir neden bulur. Belki böylece onu sürekli dikkatli olması için uyarmış olur ama aynı zamanda tatmin edemediği birçok istek onda hayal kırıklığı doğurur… İsteğine çeşitli nedenlerle ulaşamayan beden, onun amacına sahip olamayan beden huzursuzluk çekmeye başlar ve endişe ona egemen olur… İstek endişe ile artar. Ve öyle bir an gelir ki istek büyük bir şiddetle eyleme geçer. Beden o zaman kendini büyük bir haz arama arzusuna bırakır. İstek sonsuz bir ihtirasa dönüşmüştür” (Condillac, 2015).
Condillac ilk aşamada ihtiyaçlarını gideren insanın huzura erdiğini fakat hemen ardından zihnin belki de nedeni çok bilinmeyen ama muhtemelen duyumlardan kaynaklanan imgelenmelerin onda uyandırdığı yeni isteklerle yeni arayışlara gireceğini ileri sürecektir. Condillac buna doğal düzenin bir anlamda kışkırtması der ve edenin bu şekilde gelecekteki olası risklere karşı korunduğunu ama aynı zamanda geleceğe ait yeni ihtiyaçların zihin tarafından yaratıldığını söyler. Diğer bir deyişle ilk aşamada ihtiyacını karşıladığı için huzurlu olması gereken birey gelecek kaygısı ile yeni isteklerin peşinden koşacaktır. Onların muhtemelen tatmin edilememesi durumunda istek ihtirasa dönüşecek beden haz tutkusunun egemenliği altına girecektir.
Görülüyor ki gereksinmelerin nispeten az olduğu aşamada huzurlu olan birey imgelemenin yarattığı kaygı ile yeni ihtiyaçları olduğunu düşünecek, onları tatmin edemedikçe endişe ona egemen olacaktır. Bu onun deneyimlerini de etkileyecek, geçmişten aldığı izlenimler bundan dolayı kaygı dolu olacaktır.”Geçmişin insana geleceği okuma bilgisi verdiğini ileri süren Condillac için insan artık bitmez bir istekle dolu olacaktır.
İnsan doğasının istekle örülü olduğu tespitinden yola çıkan Condillac böylece temelde şunu belirtmiş olacaktır: İnsan doğası gereği sonsuz istekle dolu olduğuna göre temel eylem nedeni de kişisel çıkarıdır.
III- Lyotard’a Condillac’tan Bakmak
Camus’nün dediği gibi bugün “ben”den ibaretse, ve Lyotard’ın önerisindeki gibi postmodern zamanlarda herkes kendisine gönderilmişse bunun ardında ekonomi politiğin olabileceği önerisi ile yola çıktığımızda Condillac’tan geçme zorunluluğu vardı. Oradan sürülen iz önerinin yanlış olmadığı ipucunu verdi. Sonraki aşamada Walraslı neoklasik ekonomide arkeolojik kazıyı sürdürmek bugünü anlamak ve belki de çıkış yollarını vermek için kaçınılmaz olacaktır.
KAYNAKÇA
Baudrillard, J. 1982. A L’ombre Des Majorités Silencieuses, Paris: Ed Denoel.
Camus, A. 1972. La Chute, Paris: Ed Gallimard.
Camus, A. 1985. L’homme Révolté, Paris: Ed Gallimard.
Cioran, E.M. 1960. Histore Et Utopie, Paris: Ed Gallimard.
Condillac, E.B. 2015. Traité Des Sensations, Paris: Ed CreateSpace Independent Publishing Platform.
Derrida, J. 1990. L’archéologie du frivole, Paris: Ed Galilée.
Derrida, J. 2016. Surtout Pas Des Journalistes, Paris: Ed Galilée.
Girard, R. 1961. Mensonge Romantique Et Vérité Romanesque, Paris: Ed Grasset.
Heidegger, M. 1986. Chemins Qui Ne Mènent Nulle Part, Paris: Ed Gallimard.
Lyotard, J.F. 1979. La Condition Postmoderne, Paris: Ed Minuit.
Sarfati, M. 2009. Ekonomi Politiğin İnsanı Kimdir?, İstanbul: Derin Yayınları
Valéry, P. 1946. Monsieur Teste, Paris: Ed Gallimard.
Zweig, S. 2000. Dünün Dünyası, İstanbul: Can Yayınları.
İktisat ve Toplum Dergisi, “Seçime Giderken Türkiye Ekonomisi”, Mayıs 2018, Yıl 8, Sayı 91, ISSN 1309-9418, Ulusal Aylık Süreli Yayın Dergisinde yayımlanmıştır.