Sürgün, yaşam bulduğu ülkesinden parça parça kopmak değildir.
Orayı sevmeden yaşamaktır.
Edgar Quinet
Kahramanlar Çağı
Olağanüstünü hep bekler olmuştur insan zihni. Kurtarıcısını aramıştır. Beklemiştir ki Prometheus’un ateşinin ışığı insin, aydınlatıversin onu bir hamlede.
Toplumlar için de geçerli olacaktır aynı şey. Kahramanlar onun için beklenecektir. Mitlerin, söylencenin, dinin tarihi biraz da bu kahramanlıkların destanı olmayacak mıdır? İnsanın tarihi, üstün insan arayışından kopamayacaktır pek.
Ama bu kahramanlar çoğunlukla insanın duygusal heyecanlarının içinde yaşam bulmayacaklar mıdır? Kendisi yeteri kadar tamamlanmış olmayan, eksik olan, düşlerinde büyütecektir kurtarıcısını.
Ve gelecektir mutlaka beklenenler; gök kubbenin şimşekli patlamalarında değil, tarihin yazgısı içinde can bulup olgunlaşacaklar ve bunun için de herkesin değil ancak birilerinin kahramanı olabileceklerdir.
Schmitt’in devlet için yazdıkları kahramanlar için de geçerli olacaktır. Birleştirici, toparlayıcı, yol gösterici olan, ayırıcıdır da artık. Birilerine özgürlük taşıyan, diğerlerininkini kısıtlamaya soyunacaktır. Devlet savaş ilan eden ise, kahraman da onun adına bayrak tutan olacaktır ister istemez.
Darülislamda İsteksiz Modernite Rüzgarları
Boğazın büyük hastası çoktandır bekliyor olmalıydı kahramanlarını. Pupa yelken doğuya doğru yelken tutmuşken nasıl ters yüz edilebilecekti ki bu tarihsel savruluş. Kahramanların sert önlemlere ihtiyacı olacaktı. Spinoza’nın özgürlüğü ile aydınlanmanın otoriteryanizmi arasındaki yolda, kimi zaman yanılsamaya sürüklenebilecekti onlar da, kaçınılmaz olarak.
Ama, Batı kaynaklı değişim rüzgarları zorla da olsa Balkanlar yolu ile yoklayacaktı hastayı ve ülkesini. İlginçtir özgürleşmenin yumuşak dokusundan çok, sert çekirdekli bir milliyetçiliktir buraların toprağı ve insanı ile uyum sağlayacak olan. Bir enternasyonalizmin bahar parfümü değil, milliyetçiliğin somurtan, ayırt edici kokusu ile dolacaktır hastanın yatağı.
Kahramanlar bilmeliydiler ki ta Epictetus’tan beri tarih istediğince yazılamazdı. Spinoza da radikal modern zamanlarında belirtecekti bunu. Ama 20. yüzyıl belliydi ki tüm dünyada olduğu gibi bu kadim topraklarda da sert geçmeye aday olacaktı.
Aydınlanmanın kavramları dahi ters yüz edilebilecekti; Voltaireyen tolerans mesela anlamını yitirmeye hazır olmalıydı. Kahramanlar birleştirici iken ayırıcı, dayatmacı da olabileceklerdi.
Özgürlük sınırlanamaz, engellenemez zihinsel ve toplumsal bir kasırga olarak değil, yeni kahramanların her an denetleyebileceği bir yerde ancak var olabilecekti. Bu toprakların tarihsel dokusu başka bir talebi dile getirmeyecekti zaten.
Darülislamın tolerans anlayışı kahramanlar çağında da devam edecektir belli ki. Voltaire kadar Goethe’ye de ihtiyaç gösterecektir derinliğine çözümü; yüzyıllardır üretilmiş mitler üzerine düşünmek gerekecektir öncelikle. Hoşgörü mesela eşitsizliği ve küçük görmeyi akla düşürebilecektir Darülislamda. Tahammül edilen ve eden ayırımı onulmaz tahribatlar yaratabilecektir iki tarafın da bireysel-toplumsal bilinçaltlarında. Egemenlik ilişkileri büyüyebilecektir süratle.
***
Yeni devletin kahramanları, yeni insanı ve kimliğini oluştururken düşünecek vakit bulmuşlar mıydı bu sorunlar üzerine? Darülislamın toleransını Voltaireyen özüne daha uyumlu bir hale getirme çabaları olacak mıydı?
Yanıtlamak için birleştiren ve ayırt edenin ortak referanslarını büyüteç altına alınması gerekecektir. Görülecektir ki, aynı imparatorluk topraklarında yaşamış toplumların tanımındaki kriterler iktisadi ve ağırlıklı olarak dinsel olmuşlardır.
Modern devlet gün yüzü görürken öteden beri var olan egemenlik ilişkileri iktisadi yapıdan olduğu kadar, büyük ve kadim dinsel yapılanmadan da ayrıştırılmak zorunluluğunda olmamalı mıydı bu durumda?
Temel sorun belliydi çünkü; kahramanlar bu dağılan imparatorlukta kendi “ulusallarını” inşa etmeye yeminli idiler.
Hangi kriter ile ayıracaklardı kendinden olanla olmayanı?
Schmitt’de, Goethe’de, Voltaire’de bulamadıkları yanıtı Ziya Gökalp, Musa Tekin’de aramak zorunda kalacaklardı anlaşılan.
İstemeden, gönülsüzce olsa da darülharb ve darülislam ayırımı tek kıstas olacaktı galiba; bu toprakların kaderi başka bir tarihe izin vermeyecekti anlaşılan
Misafir, misafirliğini bilecekti bu koşullar altında.
Szyburck’un Misafirine Dönüldüğünde
Romain Rolland, Avrupa’dan kaçıp Brezilya’ya yerleşen Zweig’a şöyle yazacaktı; “sizi oraya yerleşmiş olarak düşünemiyorum. Yeni ülkenizde derin kökler salmak için biraz geç kalmış durumda değil misiniz? Köksüz kalındığında insan bir gölgeye dönüşür biliyorsunuz.”
Agnon’un konuğu da korkmayacak mıydı gölgeye dönmekten.
Biliyoruz artık, kentten ancak anahtarı cebinde ayrılabilecektir konuk. Döndüğünde İsrael’de Rabbi Şlomo’ya teslim etmek isteyecektir anahtarı, ısrar edecektir; “alın onunla Szyburcks’a geri dönün.” Rabbi gözlüklerinin üzerinden her zamanki nezaketi ile gülümseyecek; “Mesih’i bekliyorum burada” diyecektir.
Daha önce Darülislamda beklendiği gibi bu kez İsrael’de beklenecektir zaman ötesi zamanlar.
Pierre Loti Tepelerinde Güneş Solarken
“Bu gök kubbe altında bir kez olmuş olan artık hiç olmamış olan olabilir mi?” diye soracaktır filozof1. Tabii ki mümkün olmayacaktır böyle bir şey. “Bir kez bile olsa yaşanmış olan ebediyete kadar var olacaktır öyle ise” diye ekleyecektir filozof.
Bir kez söylenmiş olan ebediyete kadar söylenmiş olacaksa, bu Darülislamın Haliç’inin solmaya yüz tutmuş akşamüstü renklerinde de geçerli olacaktır.
Ama sıradan bir sözden çok sonsuzun entelektinin nefesidir ebediyete yazılacak olan. Batının zoraki modernitesi Haliç’in ikindi sonrası güneşinde solarken, zaten oluşamamış Yahudi Haskalası da ancak kendi suskunluğunu dile getirdiğinde kim anlatacaktır bu toprakların “Szyburckslusunu.”
Kafkasız ve Agnonsuz kalındığında, Aufklarung soluklaşacak, aklın sözü anlamını yitirmeyecek midir? Haliç tepelerinde bilgelik sevgisi ile sözcük sevgisi birleşemediğinde büyük ve küçük toplum birbirini dışladığında sanal ve zoraki bir misafirlikte mutabık kalınmayacak mıdır?
Belli ki ayrı ve misafir kalmaya itirazı olmayacaktır aslında küçük toplumun şövalyelerinin. Kader olarak adlandıracakları bu durumu din adamına tescil ettirmekte acele edeceklerdir. Kahraman ilan edeceklerdir onlar da kendilerini. Büyük toplum adına aynı şeyi siyasetçi yapacaktır.
Kahramanı(!) bol olacaktır bu toprakların.
İki taraf da bu yanılsama peşinde verecekleri kimlik savaşında kaybolacaklardır. Büyük toplum kendinden emin gururlu yaklaşımında, Haliç’in minik cemaati de yerelliklerinin içine hapis olacaklardır.
Üst düzeyde bir evrensellik yakalanamadığında, Pierre Loti’nin altın sarısı suları yitirecektir göz kamaştırıcılığını. Evrensellik çünkü hakikatin pırıltısında aranabilendir.
Hakikat tekse de, yansımaları kabul etmek gerekir ki, çok yönlü olabilecektir. Tekliğe sığmayacak karmaşıklıkta dokunmuştur insan tabiatı.
Kuşkusuz, kimliği de öyle.
1 Vladimir Jankélévitch
İlgili yazı, 25 Mayıs 2022 Tarihli Şalom Gazetesinde yer almıştır.