İnsan yüzü gülümsemeyi birbirinin yüzünden ödünç almıştır.
Horace
Spinoza “isteğin” ve “neşenin” filozofu olacaktır. “İstek” önce “var olma”, sonra da “anlama, bilme” isteğidir. Bu anlamda istek, varlığın ve dolayısı ile yaşamın özünü oluşturandır. Varlık da, temelde kendini var etme isteğinde olandır. Bu eylem tabiatın özüne uygundur. Öyle ise kuşku yok ki, erdemlidir.
Spinoza, var olma isteğine ve çabasına “conatus” ismini verecektir. “İsteğin” ismi olarak “conatus” yaşam enerjisini içerecektir.
Spinoza için varoluş, bir isteğin varlığı anlamına gelecektir her şeyden önce. Var olmak, istekle örülü bir eylem biçimi olacaktır baştan itibaren. İstek, sürekli bir “neşe” arayışına da dönük olacaktır.
Roussseau için de tümü ile aynı içerikte olmazsa bile, övülecektir istek. Saf hali ile istek, onun için de varlığın var olmasına dönük çabalarını içerecektir çok genel anlamda. Kendine sevgi (amour de soi) olarak da adlandıracaktır Rousseau, bu varlığın kendini yaşatmaya dönük çabalarını.
Bununla birlikte Spinoza’da isteğin sınırlarına dikkat çekmek gerekecektir: İstek (désir), ile arzu (envie), arasına ciddi bir sınır getirilecektir. Arzu, Spinoza’da tutkuların diktatörlüğü altında köleleşmiş insanın duygularına verilen isimdir. Kendi varlığı içinde var olmak çabası, isteği (conatus), övülesi bir duygu iken ve ötekini de kapsarken, erdemin bizzat kendisi iken, arzu tutkuların egemenliğinde savrulan bir ruh halinin duyguları olacaktır. Bu durumda akıl yoktur. Arzu, ihtiras, kaçınılmaz olarak öteki ile birlikteliği, iş birliğini değil, düşmanlığı getirecektir. Arzunun olduğu yerde, erdem yok olmuştur.
Rousseau için istek övülür iken, hemen ardından epiküryen anlamda bir sınırlamanın gerekliliği ileri sürülecektir. Kendine sevgi (amour de soi), salt kendine dönük sevgiye (amour – propre) dönüşmemelidir. Burada istek, bir varoluş biçimi anlamında övülecek, ama hemen arkasından bunun sınırları, komşu ile beraber var olma isteği olarak genişletilecektir.
Öte yandan “bugünün dünyası” eş bir deyişle, “iktisadın dünyası” bu türden ayırımların bilinçli bir şekilde unutturulduğu bir dünyadır. Bu saptama iktisat teorisi açısından da geçerli değil midir? İktisat teorisinde (geçirdiği ileri sürülen tüm değişimlere rağmen), insanın temel eylem nedeni, arzusunun tatmini değil midir? Biçimlendirilmesine büyük katkıda bulunduğu, bugünün dünyasının, insanının temel eylem nedeni de artık Spinozyen veya Rousseauyen anlamda bir istek arayışı, kendi sınırları içinde bir var olma çabası değil, tatmin edilemez arzularının peşinde ötekinin yaşam alanını daraltan veya yok eden bir arayış değil midir?
Bir türlü tatmin edemediği arzusunun peşinde, gideremediği susuzluğunun ardında ötekini hiç dikkate almadan, onunla herhangi bir iş birliğine girmeden, kendini tüketen bugünün bireyi, aynı anda içinde yaşadığı dünyanın yavaşça yok oluşunda da kör bir tutum içinde olacaktır.
Arzunun kıskacındaki insan ve bu duyguyu körükleyen sistem, bireysel, toplumsal ve küresel tükenişin çanlarını da çalmaktadır.
Tükeniş, içinde yaşanılan sistemden insana doğru dalga dalga yayılmaktadır.
Var oluşun özü olarak “istek”
Spinoza’nın felsefesinde istek varlığın özüdür. “Conatus” olarak adlandırılacak bu öz temelde, varlığın kendini var etme çabasında somutlaşacaktır; genel anlamda da özel anlamda da her varlık, tüm çabasını öncelikle kendi varlığının özünün korunmasına yönlendirendir. Erdemli olduğuna kuşku olmayan istek, öncelikle varlığının özünün güvencesidir. İsteği bütün gücünü oluşturacaktır. Bu istek hem ruh hem beden dünyasında filizlenecek ve ayırımsız ikisini de kapsayacaktır. Zaten ikisinin tek ve aynı olduğuna da kuşku yoktur.
Kendini var etme çabası önce kendini tanıma ve bilmeyi gerektirmez mi? Genel olarak varlığın içinde, aklı olan varlık olarak insan, diğerlerinden farklı bir şekilde öncelikle bilinmeyeni, açıklanamayanı bilme isteğinde olacaktır. Bu da var olma isteği ile koşuttur zaten. Tanrısal eylemin ve doğanın dinsel açıklaması, yeteri kadar tatmin edici gelmeyecektir insana. Bu durumda var olma isteği onu öncelikle bunu anlama çabasına sürükleyecektir. Bu kaçınılmaz değil midir? Smith’de felsefesine 100 yıl sonra: “Önce sürpriz vardı. İnsan önce şaşkındı, hayret içindeydi. Tabiatın her olayından ürker ve bilmek, anlamak isterdi.” diye başlamayacak mıdır? Spinoza’da da istek görülüyor ki, yetersiz kalan, mantıksız olan dinsel açıklamanın, yerini bilimsel ve akla uygun açıklamaya bırakmasına odaklanacaktır öncelikle. Kendisine yararlı olanı arayacak insan, belki de “tanrısal cezadan” nasıl kaçınılacağını bilme isteğinde olacaktır. Öyle ise neşeli olanı arayacaktır. Bilme isteği, neşeli olanı arama isteği olacaktır bir anlamda. Hoş olanı arayacaktır istek. Anlaşılıyor ki varlık kendisine üzüntü vereni değil, neşe vereni arayacaktır. İstek, varlığı neşelendirecek şeylere yönelecektir.
İnsan zihni, dış dünyadan gelecek olan “duygulanışları”, önce rastgele saklayabilirse de sonra özellikle kendisine hoş gelenleri tutmaya çalışacaktır. İstek bunların sonucunda oluşabilecek, bu etkilenimlerin içinden doğup, büyüyebilecektir; birey var olmasının peşinde görülüyor ki, neşesini ve mutluluğunu artıracak rastlantıları biriktirecektir.
Rousseau’da da başka bir anlamda olsa bile, yine de benzer bir şekilde, kendine sevgi (amour de soi) olarak nitelediği kendini yaşatma isteğini, doğal olduğu ve akıl tarafından yönetildiği için, insanlığı ve erdemi yaratan bir duygu olarak nitelendirilecektir. Rousseau’nun kendini yaşatma duygusu olarak nitelendirdiği bu duygu, insanın varoluşunun temelini oluşturacaktır. Sadece kendi ile ilgili olduğu ve başka birine düşmanlık gütmediği için de erdemli bir eylem olacaktır bu. Bu duygu ve ona denk düşecek eylem, bu durumda Spinoza’nın önerisine de uygun olarak kötü olamayacaktır. Bu duygu ile eyleme geçen insan, erdemli bir davranış içindedir.
Yaşam Spinoza için, yukarıda anlatıldığı gibi özünde istek olan ebedi neşenin ve sevincin arandığı bir süreç ise, burada akıl ve iradenin varlığı kaçınılmaz olacaktır. İstek bu durumda, dışarıdan gelen rastlantısal diyebileceğimiz duygulanışlarla oluşurken, hemen aynı anda akıl tarafından denetlenmeyi ve düzenlenmeyi gerektirecektir. Neşenin varlığı başkalarının da neşesini gerektirdiğinden, sürekli sevinç arayışındaki akıl, insanı öteki ile iş birliğine çağıracaktır.
İsteğin Arzuya Dönüşmesi
Rivayet edilir ki, La Haye’deki evinde çalışmaktan yorulan Spinoza, hava almak için dışarı çıkarken her defasında gözü merdivenin altındaki örümcek ağlarına takılır. Bir gün bir sineği yakalayıp ağa bırakır. Örümcek büyük bir iştahla sineği yutar doğal olarak. Spinoza için bu eylem, örümceğin varlığını var etmek yolundaki bir isteğin ürünüdür. İsteği de, iştahının sonucudur. Bu saf iştahta filozof, tabiatın ve köleliğin düzenini görecektir. Her varlık gibi örümcek de, kendi tabiatının ona izin verdiği neşe kadar mutlu olacaktır.
Neşesi, varlığın özü ile orantılıdır.
İnsanda ise bu saf iştah veya saf istek, örümceğinkinden farklı olarak, belli bir süreç içinde kimi nedenlerle arzuya dönüşebilecektir. Arzu, isteğin hemen sınırında başlayabilecek bir dönüşümle ortaya çıkacaktır. Başkası tarafından hayran olunma, beğenilme, imrenilme ve mutlaka taklit etme ve edilme isteği ile de eylem nedeni artık arzu olabilecektir. Bu durumda görülüyor ki istek, bir anlamda varlık, kendini var ederken aynı zamanda taklitle de oluşacaktır. Şöyle demiyor mudur Spinoza; “Kendimizde veya sevilen şeyde, ya onu, ya bizi sevinçle duygulandırdığını hayal ettiğimiz her şeyi kabul etmeye çabalarız.” Anlaşılıyor ki Spinoza için, isteğin yerini taklide bırakması her zaman çok anlaşılır da olmayacaktır. Şöyle yazacaktır filozof; “taklidin kendine özgü, gizemli yasaları vardır”.
Bununla birlikte açık olan bir şey vardır; taklit ciddi bir eylem nedeni olduğunda, örümceğin iştahına benzeyen saf ve doğal eylem nedeni yok edilmiştir.
Varlık artık varlığının özünü korumak amacını aşmış olacaktır. Saflığını yitirecektir. İstek dış dünyadan gelen etkilerle erdemli olma niteliğini yitirip, başkasını taklit yolu ile tutkuya, ihtirasa dönüşmüştür. Taklit eden, sonraki aşamada muhtemelen beğeni toplama ve seçkinleşme arzusu ile bu kez taklit edilen olmak isteyecektir. Varlık salt istekle değil taklitle de oluşabilecektir artık. Süreç içinde tutkular gelişeceklerdir. Tutku, varlığın özünü ele geçirecektir.
Duyguların taklidi, bir yandan insanın başka biri ile ilişki kurma biçiminde temel bir etken olurken, bir yandan da kaçınılmaz olarak aklın devre dışında kalmasına yol açacaktır. İhtiras ve tutkuların sınırsız bir şekilde, bedeni ve ruhu ele geçirmelerinin önünde hiçbir engel kalmayacaktır böylece.
Bu aşamadan sonra varoluş, kendini tüketen bir kıskaca girmeyecek midir? İhtiras da varlığı dipsiz bir kuyuya sürüklemeyecek midir? Tutkuları ve arzuları ile eyleme geçenin aklı, kuşkusuz karar alma süreçlerinde artık etkin değildir. Ruh ve beden birlikte tutkuların karanlığında savrulacaktır.
Spinoza şöyle diyebilecektir o zaman; “bu türden bir isteğe kendimi teslim etmek, kuşkusuz yaralar beni”.
Spinoza’nın arzunun egemenliğine reddi, önce özgürlüğe ilişkin olacaktır. Özgür insan, tensel veya maddesel bir duygu sarmalına, ihtirasa, kısaca arzuya kendini bırakmayandır. Arzunun karanlık dehlizlerinde kaybolmayandır. Üstelik özgürlüğün olmadığı yerde neşe de olamayacaktır. Zihinsel veya bedensel her tutku hüsrandır. Zenginleşme tutkusu ve tensel ihtiras, insanı köleliğe götüren iki büyük arzudan biridir.
Özgürlük için ilk koşul, kendi varlığını ısrarla muhafaza etme isteğinin vazgeçilmezliğidir. Bu, tabiatla uyum içinde olmak demektir. İstek varlığın özü ise, özgürleşme çabası erdemli bir çabadır. Akıl bunu sağlayacaktır. Erdemsizlik taşıyan arzu, köleliğe sürükleyecektir varlığı.
Kendi tutkularının tutsaklığındaki varlık, var olma nedenini özgürce öteki ile bir birliktelik oluşturmakta değil, taklit edilmekte ve seçkinleşmekte aradığında, bu hemen egemenlik kurma isteğine de dönüşmeyecek midir?
Görülüyor ki arzu, köleliği ve çıkar esaretini doğuracak, istek ise, salt kendini var ederken ötekini arayacak ve tutku hapishanesinin ötesinde, özgürlüğün erdemli krallığını yaratacaktır. Özgür ruh, her anlamda salt ve kaba bir çıkar takibinden kendini kurtaracaktır.
Arzunun egemenliğine diğer ret de, bu karanlık duygunun kötüyü kışkırtması ve sahte olmasıdır. Doğru olan ancak erdemli olacaktır Spinoza için.
Bir Tutku: Zenginleşmek
Her ne kadar iktisat teorisi, kendine özgü bir rasyonalitenin apriori var olduğunu ileri sürecekse de, Keynes bilindiği gibi taklidin (mimetizm), insan davranışlarında ve dolayısı ile iktisadi eyleminde asıl belirleyici olduğunu dile getirip, teoriyi eleştirecekti. Spinoza’nın taklit sürecinde arzuya dönüşen istek açıklaması, Keynesçi teori ve “hayvani güdülerle” üst üste getirildiğinde iki temel nokta belirginleşmemekte midir?
Taklit sürecinde arzusunun peşindeki varlık, Freud’un deyişi ile artık “kendisinin sahibi olamayandır”. Spinoza bunu; “varlık bu durumda artık özgür olan değildir” diye niteleyecektir.
İktisat bilimi ise bugün özgürlüğü, Spinoza’nın tezlerinin ötesinde, hatta tümü ile zıttında tanımlamaktadır. İki mal demeti arasında tercihte bulunabilen, rasyonel ve özgür varsayılmamakta mıdır? Taklit bugün, “pazarlama biliminin” en çok yararlandığı ve kışkırttığı motif değil midir? Taklit sonucunda oluşan arzu ve onun kışkırttığı zenginleşme, bugün erişilemez bir nitelik kazanıp yeni bir tür köleliği yapısallaştırmamış mıdır? Bütün bunlar, nihayet bugün, sistemin ideolojik altyapısını hazırlamamakta mıdır?
Fakat asıl mesele bunların da ötesindedir. Ölçülebilirliğin bilimi olarak bunun övüncünde olan iktisat bilimi, zenginliği ölçecek birçok matematiksel model geliştirirken, daha temel bir şeyi unutmuş görünmektedir. Zenginliğin niteliğini ve bunun arzusundaki bireyler ve toplumlar için, taşıdığı anlam üzerine düşünmeyi çoktan unutmuştur. Kim bilir bugünün dünyasının temellerini, dipten doruğa alt-üst edecek bir sorgulamayı başlatmamak için mi böyle davranmaktadır?
Öncelikle şu tespiti yapmakta bir sakınca olmayacak; zenginlik, sınırsız bir arzudur. Spinoza’nın perspektifinden değerlendirildiğinde, akıl ile bir ilgisi yoktur. İktisat bilimi rasyonaliteyi kendisine apriori bir çıkış noktası olarak alsa da, filozofa göre bu doğru değildir.
Spinoza’nın örümceğinden hareket edersek, buna kuşku yoktur. Maddi zenginliğin, ihtiyaç ile bir ilişkisi olduğu bugün artık ileri sürülebilir mi? Çok daha kısıtlı bir miktarda kaynak, ihtiyaçlara yettiğine göre, zenginleşme olgusunun temelinde, sonsuz ihtiraslar, tutkular ve arzular yok mudur?
Weber bunun üzerine yazmış, zenginliğin tarihsel ve psikolojik anatomisini ayrıntılı bir şekilde yapmıştır. Smith’de görmezden gelinen yapıtı “Ahlaki duyguların teorisi’nde” şöyle dememiş midir: “Ekonominin temelinde, başkaları tarafından imrenilme ve beğenilme arzusu vardır”.
Arzu ise büyük filozof Spinoza’da gördük, “giderilemez bir susuzluktur”. Bireyler de, zenginlikten umdukları fayda hiçbir zaman gerçekleşmeyeceği için, onu sürekli aramaya devam edeceklerdir. Fakat böyle olsa bile, zenginleşme başkalarının imrenmesini ve beğenisini sağlayabilecekleri en kolay yol olduğu için, bu arzudan vazgeçemeyeceklerdir.
Smith’in ekonominin motoru olarak gösterdiği beğeni kazanma, taklit edilen olma arzusu, Spinoza’daki arzu ile birleşmektedir. Dupuy’un deyişi ile ekonomi, bir kandırmaca oyunu olmamakta mıdır bu durumda? Herkesin birbirini ve kendini kandırdığı, bir oyun haline gelmektedir ekonomi. Spinoza arzunun dipsiz kuyularındaki insanın, aradığını her bulduğunu sandığında yanıldığını görüp, üzüntüye boğulacağını söylememiş miydi?
Arzunun olduğu yerde, boş bir ün kazanma isteğinin olduğu yerde, bu durumda sonsuz zenginleşme arzusunun olduğu yerde, kuşkusuz Spinoza’nın dediği gibi akıl yoktur. İhtirasın fırtınası vardır. Akıl olmadığı için, burada arzu saldırgan olacaktır. Tutku, aklı esir ettiği için bunları taşıyan öncelikle, kendinin tutsağı olacaktır. Neşeli ve mutlu olamayacaktır. Zenginleşerek beğeniyi arayan, bunu hak etmediğini içinden bilecek ve bir türlü tatmin olamayacaktır. Beğenilme ihtiyacı onu köleleştirmiştir çünkü. Smith’in deyişi ile boş bir kibir arayışının tutsaklığında ve beğeni toplamak için her türlü rüşveti vermeye hazır olanlarla, rüşveti alanların beğenmiş gibi yaptıkları bir kandırmaca oyunu olacaktır ekonomi.
Erdem gerçek olan ise, erdemsizlik de yalan olandır. Ekonomi gerçek olmayan bir oyun izlenimi vermektedir bugün. Erdemi dışlamıştır.
Bireysel olarak bugün, sonsuz bir ihtirasın beslediği zenginleşme, toplumsal düzeyde de aynı anlamı taşımamakta mıdır? Büyüme bugün birçok kriterin feda edilmesini gerektirmiştir. İhtirasının tatmininin peşindeki birey ve tabii toplum, kendini bu yolda tüketip köleleşirken, içinde yaşanılan dünya da bu yok oluşun sinyallerini vermemekte midir?
*Makale, Temmuz 2015 tarihli İktisat ve Toplum Dergisinin 57. Sayısında Yayınlanmıştır.
KAYNAKÇA
Spinoza B. (1997), Traité théologico-politique, Flammarion, Paris.
Spinoza B. (1994), L‘éthique, Folio, Paris.
Smith A. (2014), Théorie des sentiments moraux, Presses Universitaires de France, Paris.