İnsaf ile bilim, vicdan ile, bilinç ile bilim.
Rabelais

Zenginleşme: İnsanlığın ortak büyüsü

18. yüzyılda insanın özgür olmasının gerekliliği ve evrenselliği nihayet tescil edilecekse de, Descartes’ı, Spinoza’sı, Bayle’si (2014) ile bu oluşumun temellerinin atılması 17. yüzyıla ait olacaktır; hatta Rabelais’si, Montaigne’i, Erasmus’u ile özgürlüğün temel bir erdem olarak kabulü ve en azından düşünsel anlamdaki alt yapısının hazırlanması, daha da öncelere, 16. yüzyıla ait olacaktır. Belirtmek gerekecektir ki; evrensellik tezi, bu sava rağmen genel olarak batı dünyası ile sınırlı kalacak, mesela bu toprakların insanının da ait olduğu coğrafyada, insan özgürlüğünün hiçbir anlamı olamayacaktır. Erdem olarak kabulü ise, bugün dahi çok sınırlı bir topluluğun haricinde yankı bile bulamayacaktır. Sekülerleşememiş, yeryüzünün ve yer üzerinin iktidarları ile bağını koparamamış, hatta niyetlenememiş “entelektüeli” için de özgürleşme, bir insan olma erdeminden çok, kendini ve kendi düşüncesini savunabilme isteminden başka bir şey olmayacaktır.

Özgürleşme, öncelikle bireyin, modernleşmenin ufkunda kendini var etme arayışına denk düşecektir. Bedeni evet ama öncelikle düşüncesi ve duygusu ile kendini var etme arayışında olacaktır insan olan. Kendi varlığı üzerinde koşulsuz ve ısrarlı bir var olma arayışıdır öncelikle talep edilecek olan.

Bununla birlikte Spinoza’dan, Bayle’ye oradan Mille’e, Voltaire’e, Rousseau’ya, Schopenhauer’e (1992) kadar aynı anlamı taşımayacaktır özgür olmak; mesela bu yazı dizisinin ilk bölümünde konu edilen özgürlük yanılsaması, filozoflar arasındaki tartışmanın şiddetini gök kubbeye taşıyacaktır. Nihayet “ekonomi politiğin icadı” (Latouche, 2005) ile tartışmaya ister istemez ekonomistler katıldığında, tümden zorlaşacaktır özgürlüğü tanımlamak; örneklemek gerekirse, Arrow’dan Débreu’ye oradan Hayek, Amartya Sen ve Nordhaus’a ilginç bir yol alacaktır özgürlüğün anlamı. Sen, özgürlüğü rasyonalite ile beraber ele almayı tercih edecek, Nobelli Nordhaus, ödülün verdiği güvenle, var oluşu fayda-maliyet analizine indirgeyecektir. Bellidir ki artık, iktisat bilimi için özgürlük ancak bu sınırlar içinde anlamlı olacaktır. Özgürlük, teorinin kendi varsayımları içinde kalındığında ancak mümkün olacaktır. Kendine has ve ilginç bir epistemolojisi vardır artık bu bilimin. Redüksiyonist bir rasyonalite anlayışı, iktisatın insanının özgürlüğünü tümden kötürümleştirecektir sanki.

İktisat bilimi için özgürlüğün ve onun tamamlayıcısı toleransın eksikliği veya daha olumsuz olarak yanılsamaları, varlığın varlığını dahi tehdit eden bir hal alacaktır; özgürlüğün bir koşulu olmaktan ileri gitmemesi gereken zenginleşme (iktisadi büyüme), bugün insanlığın ortak büyüsü olacaktır.

Büyü, bizzat kendisi yanılsama üretendir, inandırıcılığını ancak onun üzerine oturtandır. İktisatın büyüsü de özgürlüğün yanılsamasının benzerini üretmeye soyunacak, böylece Schlegel’in “bilgisini arttıran cehaletini arttırır” türünden sağduyulu (raisonnable) uyarılarının tümü boşlanıp, onun yerine kısır bir rasyonalite-özgürlük anlayışının ardında dogmatik, hakikati kendinden menkul bir bilim haline gelecektir iktisat.

Bilimin ve özellikle iktisat biliminin yanılsamalarının ardından sürüklenen insanlık, bugün gelmesi gereken yere gelmiştir. Şaşırtıcı bir şey olmayacaktır bunda.

Buradan hareket edildiğinde insanlık gidişi üzerinde etkili olabilmek, mesela tarihi yapabilmek yanılsaması, Spinoza’nın uyarıları dikkate alınmadığında modern zamanların diğer büyük yanılsamasını oluşturacaktır. Tarihi yapabileceğinden emin olan, hangi tarihi yaptığını bilemeyecek ve bunu bilmediğini de bilemeyecektir; yanılsama ama temelde özgürlüğün yanılsaması gururun esrikliği ile birleştiğinde zaten kötürüm bir rasyo anlayışını tümden sakatlayacaktır. Jean de la Croix’nın tespitine bilimci ve iktisatçı kulak kabartır mı bilinmez ama uyaracaktır yine de; “o kadar büyüdü ki bilimi artık herhangi bir şey bilmiyor”

Locke’dan Bayle’ye özgürlük ve tolerans

İnsanın düşünceleri üzerindeki bağımsızlığı ama asıl egemenliği varsayımı ile modern zamanlar perdesini açacaktır. Spinoza ile nerede ise aynı zamanlarda, sanki onun “özgürlük, zorunluluk ve gereklilik ile birlikte ele alındığında anlam ifade eden ve varlığın kendi öz tabiatının gereklerine uygun düşendir, bu durumda genel olarak sanılanın aksine gerekliliğe karşıt olarak düşünülemeyendir” tespitini güçlendirmek için şunları söyleyecektir Bayle: “Düşüncelerimize egemen olamadığımızı ve ebedi bir yasanın vicdanımızı aldatmamıza izin vermeyeceğini bildiğimizde, başka birinin bizden farklı bir düşünceye sahip olduğu için parçalanıp yok edilmesinden ancak tiksinti duyabiliriz.”

Bu dikkat çekici entelektüel ve ahlaki saptamada, özgürlüğün sınırları tespit edilip, başka bir düzeyde de olsa Spinozyen bir dünyaya gönderme yapılırken, toleransın gerekliliğine de kuşku götürmez bir şekilde dikkat çekilecektir.

Locke da, özgürlüğü   nerede ise toleransın varlığına bağlayacaktır. Toleransın yokluğu üç tane büyük tehlikeye yol açacaktır düşünüre göre; önce tehlike dolu olacaktır bu ortam. İnanç, inançlı için hakikatin bizzat kendisidir (Canto-Sperber, 2021). Hakikat kesinlikle inancın yolunda ve ışığında erişilendir. Ortodokstur inançlı kişilik. Kendi hakikatinin dışında bir hakikat tartışılamayacaktır bile. Halbuki Spinoza Etika’sında açıkça belirtmiştir; insanların büyük çoğunluğu genelde söylenenleri ilk defasında algılayamazlar. Uzun uzun anlatmak ve tartışmak gereklidir anlamaları için. Ancak o zaman yeniyi kavramaları mümkün olacaktır. İnançlı olan, böylece bilinçlenmeyi reddedip, özgürleşmenin yollarını kapatacaktır. İnsan bu durumda özgürleşmenin ve bilincin yanılsaması ile yetinecektir; bilmediğini ve özgür olmadığını bilmeyecektir.

Locke’a göre de, özgürlüğün ve toleransın yolları kapatıldığında “herkes herkese düşman olacaktır.” Savaş kaçınılmaz olacaktır. Toleransın yokluğu savaş nedeni olacaktır kısaca.

Bu apaçık gerçekliğin, üzerinde yaşadığımız topraklarda algılanması ise tarihsel olarak mümkün olamayacaktır. İnsanın cahilliği bu durumun sürmesinin temel nedeni olacaktır. Siyasal yönetici daha kolay yönetebilmek için öyle düşünse bile, uzun vadede yanılacaktır; kendisi de özgürlüğün uzağındaki cahil insanın şiddetine her an muhatap olabilecektir.

İnancın hakikatini(!) ölümsüz Zweig “Ölümsüzlüğe kaçış” yapıtında anlatacaktır; “Vahşi bir yok ediş uygulayacaktı İspanyol komutan yerlilere. Mezbahaya dönecektir akan kan ile ortalık. Açıklanması zor bir karakterleri vardı bu İspanyol fatihlerin. Dindar ve inançlı, mutlaka sonuna kadar Hristiyandı onlar. Uyguladıkları vahşet ve kıyım sırasında ağızlarından hiç düşürmeyeceklerdi Tanrının adını. Tarihin en utanılası kıyımlarını hep onun ismi ile gerçekleştireceklerdi.” (Zweig, 2019: s.36)

İnançları, hakikatin tek ve onlara ait olduğuna inandıracaktır bu fanatik Katolikleri.

Locke, özgürlüğün ve toleransın uzağında kalınmasının sakıncalarını sıralamaya devam edecektir; bu tutsaklık ile elde edilmesi düşünülen amaçların gerçekleşmesi dahi zorlaşacaktır diyecektir; “etkisizdir bu yöntem” deyip, Schopenhauer’e hazırlık yaparcasına ekleyecektir, “insan kendi vicdanı üzerinde etkisiz olandır, onu değiştirebilecek bilince sahip değildir, karakterinin dışına çıkmak mümkün değildir onun için.” Aynı dönem Fransız ahlakçılarını anımsatacaktır Locke. La Bruyére de, Moliére de insan karakterinin değiştirilemeyeceğini ileri süren özcüler (essentialiste) olacaklardı. (Sarfati, 2014) Marx dahi tersini savunsa bile, onların tezlerine yaklaşabilecekti insan tabiatı analizlerinde.

Öte yandan özcülüğün tezinin doğruluğu durumunda, insan “ne ise o olacak” ve kendine dahi egemen olamayacaktı. İnsanlığın ve tarihin gidişi üzerinde etkili olması düşünülemeyecektir. Toleransın da uzağında kalındığında, bütün bunlar tartışılamayacaktır; inanç kendi hakikatinden kuşku bile duymayacaktır doğal olarak o zaman.

Ve Zweig’ın dediği gibi, yeni kıtada tüm bir halk, Tanrı adına katledilebilecekti. Vicdan kendi hakikatini ya sorgulamayacak ya da istediğinde dahi buna gücü yetmeyecekti.

Özcü ve karamsar La Bruyére’i  biliyor olmalıydı Kolomb.  İspanyol fatihlerinin aynen diğer dindekiler gibi, Tanrı adına neler yapabildiklerini okumuş olmalıydı. İnsan karakterinin değişmezliğini ve kötücülüğünü yazarken bunu düşünüyor olmalıydı mutlaka; fetheden ve özgürlüğü yok eden mutlaka önceden fethedilmiştir ve çaresizce köledir. En azından kendi kölesidir. Rastlantı olamayacaktı bu, nerde ise aynı tarihlerde Spinoza da belirtecekti bunu; tuzağına düşmemek gerekiyordu özgürlük illüzyonunun.

Tutsaklığın içinde veya “özgürlüğün illüzyonunda” yaşamanın belirtilenlerden daha az vahim olmayan bir tehlikesi daha olacaktı; uyumsuzluk diye adlandıracaktır Locke bunu. Özgürlüğün ve toleransın olmaması insanları iki yüzlü davranmaya itecektir. Kendi düşüncelerine ve vicdanlarına uymazsa da öyle görünme çabası büyük tahribat yaratacaktır ruh dünyalarında, hipokritlik1 sıradanlaşacak, cezasız kalanın bireysel ve toplumsal dünyası onulmaz sarsıntılar geçirecektir.    

Muğlaklığın asıl olduğu, toleransın çok uzağında yaşanan bu coğrafyada da, Locke’un tespitlerinin tümü geçerli olacaktır; kendisi özgürlüğün illüzyonunda yaşarken fethetmeye soyunan, bilincinde dahi olmadan fethedilecektir. En azından tutkularının tutsağı olacaktır. Egemen olduğunun yanılgısına kapılan yönetici kadronun bizzat kendisi, kendi belirlenmişliğini gizlemeye çalışacaktır. Proust’un da, Gide’in de (1977) Shakespeare’ın de (Arzunun Alevi) anlattığı gibi, halkın yazgısını değiştirebileceğini ileri sürdükçe, tutkularının tutsağı olduğunu gizliden gizliye itiraf edecek, bu süreçte iki yüzlülüğünü, kötülüğünü gizlemek için kullanacaktır yönetici kadro. Vahim olan, cahil halk tarafından itibar gören, kendi iki yüzlülüğünü sıradanlaştırırken halkın büyük çoğunluğu için hipokrit tutum, her düzeyde geçerli olacaktır. Zweig’ın anlattığı gibi kötülük meşrulaşacaktır.

Tolerans biraz da bundan dolayı Locke’a göre kendi içinde de iyi olandır. Spinozyen ve Schopenhaueryen zorlukları bir yana, modern zamanların temel aktörü bireyin, vicdan özgürlüğünü sağlamak, filozof için biraz da bunlardan dolayı asıl sorun olacaktır.

Özgürlük olası mı? Bilmek mümkün mü?

Hiçbir şey üzerinden her şeyi bilmek diyecektir Aron. Siyaset filozofudur Raymond Aron. İroni değildir söylediği. Bilme edimini sorgulamak istemektedir aynen Spinoza gibi. Bu soru tabii öncelikle başka bir sorunun sorusu olacaktır. Aron’un çağdaşı Morin (2017) soracaktır onu da haklı olarak; “evren boşluktan doğdu ise maddenin boşluktan doğduğunu nasıl tasavvur edebileceğiz? Eğer boşluk sabit değilse, dalgalanmalara tabi ise, boşluk olmayan bir boşluk nasıl tanımlanacaktır” diye devam edilebilecektir bu kez de.

Kuyunun dibindeki kurbağa gibi sanki insanlık. Suyu çok iyi bildiğini düşünüyor ama denizi görmediğini bilmiyor. Bilmediğini de bilmiyor. Özgürlük yanılsamasına, bilme yanılsaması da ekleniyor. Yine Morin’in dediği gibi büyük sır bilim tarafından çözümlenemiyor. Spinoza’nın belirttiği gibi “hakikat” emek bekliyor.

Üniversitelerin felsefe bölümlerinde çokça anlatılır; yaşlı balık uzakta yüzen iki genç balığa sorar, sular nasıl oralarda der. Genç balık güler, arkadaşına döner; bizim ihtiyar hayal görüyor, nerde su gördü ki der.

Gerçek bir dünyada yaşayıp yaşamadığımızın yanıtını bile bilimle alamadığımızda, en azından kabul etmek gerekecek ki; eksiksiz bir yanılsama içinde yaşanmaktadır. Öte yandan Etika’nın temel amacı hakikati aramak olduğuna göre, daha  önce belirttiğimiz gibi, bunun için öncelikle büyük yanılsamanın bilincine varıp, ondan kurtulmakla işe koyulmak gerekecektir. Ama çok açık olan artık görmezden gelinemez durumda; özgürlük ve bilme yanılsamalarının içinde, fark edilemeyenin farkına varılabileceğinden kuşku duyulmakla birlikte, John Weeler’in dediği gibi “insan soyunun henüz çocukluk dönemini” aşamadığını hiç değilse algılayabilmek gerekiyor. Bilgi arttıkça cehalet artıyor. Cehalet yanılsamaların ardında kendini gizliyor, tutsaklık içinde yaşamak temel soruları dahi soramamaya yol açıyor.

Kötümserliğinin içinde dahi en azından doğru soruları için Schopenhauer’e dönmek gerekecek tekrar; “Özgürce seçildiği sanılan şey aslında hiç de özgür bir kararın ürünü değildir.” derken haksız olmayacaktır filozof. Oradaki akıl yürütme takip edildiğinde insanın temelde kendi seçmediği karakterinin yönetiminde olduğu sonucuna varılacaktır. O zaman nerede ise Aron’un dediği gibi bilmenin bilincinin dahi, hiçin içinde oluştuğu ileri sürülebilecektir. İllüzyonları ortadan kaldırmaya soyunacaktır böylece Schopenhauer.

Büyük hiç’in içinde oluşacaktır insan karakteri ve değişmeyecektir. Şöyle yazacaktır Schopenhauer; “insan karakteri değişmez, tüm yaşamı boyunca aynı kalır. Kabuğun altındaki öz hep sabittir.” Ekleyecektir: “Bireysel olarak insan hiç ele geçirilemeyen, hep aynı kalandır. Bir şeyi bir kez yapan iyi veya kötü tekrar yapacaktır. Sahtekar hep sahtekar kalacaktır.”

Schopenhauer için insanlık durumu bir kukla oyunundan ibaret olacaktır sanki. Kuklacı var mıdır ve kimdir gibi sorular üşüşecektir akla bu durumda. Hele “istencin insanı, bilinç altındaki insanla bir bütün oluşturuyorsa, nasıl ileri sürülebilecektir özgür ve rasyonel insanın varlığı.

İktisattaki özgürlük(!)

Amartya Sen, Arrow, Friedman, Nordhaus vs. gibi isimlere bakmayı gelecek yazıya bırakarak, özgürlüğün ve genel olarak bilimin durumuna ek olarak, iktisat için söylenecekler zaten dogmatizmin yanılsamalarının dışında kalabilen için, kendiliğinden beliriyor. İktisatın insanı, Camus’nün (1972) belirttiği anlamda bu dünyanın yabancısıdır. Herkes birbiri için yabancıdır daha doğrusu. Aynı anda paradoksal olarak sanki insanlar birbirinden bağımsız yaşamak istedikçe, birbirlerine ihtiyacı olduklarını fark ediyorlar. Onlar tarafından sürekli onaylanmaya ihtiyaç duyuyorlar çünkü. Büyük bir komedi halindedir bireyciliği kabul eden bugünün toplumu. Locke’un hipokritizmini hatırlatmaktadır insanlığın görüntüsü.

Bireycilik dahi, bugün büyük bir yalanın sahneye konmasından ibarettir. Özgürlük yanılsaması içindeki bireycilik bugün iki mal demeti arasındaki seçime indirgenebilmiştir. Friedman, Schopenhauer’yi okumuş mudur bilinmez ama tercih özgürlüğü diyecektir o bu olguya.

İktisatın bilimi ve kültürü için özgürlüğün yanılsaması açıktır. Büyümenin promosyonunun bilimsel olduğu saplantısından ve sığlığından ibaret olacaktır bu bilimin özgürlüğünün sınırları artık. A priori oluşturulmuş önermelerin içine sıkışmışlığın özgürlük anlayışı incelemeye bile değmez durmaktadır.

Sonuç yerine

Yapılan bir araştırmada son derece ilginç ama gözden kaçırılan bir sonuç göze çarpacaktır; dünyanın iktisatla ilgili en ünlü bilimsel dergilerinde yayınlanan 77.000 makalenin sadece 50 tanesi çevre sorunlarına ayrılmıştır.

Anlaşılan o ki, insanı iki mal demeti arasındaki seçimin özgürlüğüne(!) sıkıştıran ekonomi, aynı anda kendinin başlıca sorumlusu olduğu felaketin incelenmesini örtülü olarak yasaklamaktadır.

Bu aşamada özgürlüğün ve iktisat biliminin illüzyonlarına ilişkin eklenecek bir şeye ihtiyaç kalmamıştır sanki.

1 İkiyüzlülük

Kaynakça

Bayle, P. (2014), De la tolérance. Commentaire philosophique, Honoré Champion: Paris.
Canto-Sperber, M. (2021), Sauver la liberté d’expression, Albin Michel: Paris.
Camus, A. (1972), L’etranger, Gallimard: Paris.
Gide, Andre. (1977), Les nourritures terrestres, Gallimard: Paris.
Latouche, Serge (2005), Invention de I’économie, Albin Michel; BAM ECONOMIE édition: Paris.
Locke, John, (1999), Traité du gouvernement civil, FLAMMARION: Paris.
Sarfati, Metin. (2014) “17. Yüzyıl Fransız Klasiklerinden, Smithyen Ekonomi Politiğine ‘Karakter’ ve Analiz” içinde: Edebiyatta İktisat. (Der.) Derya Güler Aydın, Çınla Akdere 113-148, İletişim: İstanbul
Spinoza, (2015), Ethique, CreateSpace Independent Publishing Platform: Paris. 
Schopenhauer, A. (1992), Essai sur le libre arbitre, Rivages: Paris.
Morin, Edgar, (2017), Connaissance, ignorance, mystère, Fayard: Paris
Zweig, S. (2019), La Fuite Dans, L’immortalité, EDITIONS PAYOT & RIVAGES: Paris

Write A Comment