Şiddetin sarhoşluğu her tarafı kaplamış durumda. Özellikle içinde yaşanılan coğrafyada kana doyulmuyor.
Anatole France Fransız Devriminin terör uygulamalarını ve dehşetini Tanrılar Susamışlardı isimli yapıtında ustalıkla dile getirecektir.
Bu kez kadim topaklarda, şiddetin doruğunda tanrılar da, insanlar da susuzluklarını dindiremeyeceklerdir.
Sayısız tespitlerde bulunulabilir kuşkusuz bu şehvetine teslim olunan dehşet hakkında. Göksel kaynaklardan insan tabiatındaki içkinliğine, oradan toplumsal-ekonomik-teolojik örgütlenme biçimlerine varıncaya kadar değişik analizlerde bulunulabilir.
Teknolojinin ve hızın kutsanması etrafında oluşan bugünün iktisat dünyası da anlamlı ipuçları verebilecektir şiddetin gizeminin çözümlenmesinde.
Susamış Tanrılar’ın sırrına bu içerikte iki tezin diyalektiğinde yaklaşımda bulunulmaya çalışılacaktır.
I- İktisat bugün bilimsel olma endişesi içinde etikle ilişkisini kesmiş olsa bile ilk Nobel Barış ödülünü 1901 yılında bir ekonomist kimliği ile Frédéric Passy (Henri Dunant ile birlikte) alacaktır; Fransız iktisatçı savaşı ve şiddeti iktisadi ve etik motiflerle eleştirecektir “Savaş ve Barış” isimli yapıtında.
Keynes’in ayrımsız tüm harcamaları öven yapıtına henüz yetmiş yıl, 1. Dünya Savaşına kırk yedi yıl, 2. Dünya Savaşına da yetmiş yıldan biraz fazla vardır. Şiddetten nefret edecektir Passy ve insanlığın eski bir hipnozunu eleştirip şöyle diyecektir: “hepimize güzel bir ninni gibi gelen savaş veya savaş için savaş güçlü olmanın temel şartı değildir”.
Bugün sofistike modellerinin içinde kaybolmuş bir iktisatçının anlayamayacağı bir şekilde Passy “insan”a bir filozofun optiğinden yaklaşacak ve gücün kutsanmasına ilişkin temel koşullanmaya karşı durmuş olacaktır.
Devamında Passy bu kez iktisadi bir analiz sonucunda yeni bir önermede bulunacaktır: “savaş iktisadi açıdan da verimli bir girişim değildir. Getirisi yapılan yatırımı karşılamaktan çok uzak kalır” diyecektir.
Passy iktisadi motifleri çok belirleyici iki dünya savaşını da yaşamayacaktır. Keynesgil iktisat politikalarının 2. Dünya Savaşı öncesinde, ABD başta olmak üzere birçok ülkede yürürlüğe konmasına ve iktisadi bunalımın savaşla aşılma çabasına da tanık olmayacaktır. Ve nihayet “sükunetli bir milliyetçilik” öneren bir iktisatçı olarak içinde yaşadığımız dönemdeki ulusal-etnik boyutlu çatışmaları da, tanrısal-dinsel motifli boğazlaşmaları da görmemiş olacaktır.
Bugün ise şiddet Passy’nin 19. yüzyılın sonundaki umutlarının ve önerilerinin tersine garip bir hazzın titreşimlerini dalga dalga tüm bireylere ve toplumlara yayarak egemenliğini perçinlemiştir.
II-Arkeolog İan Morris’in “War: What Is It Good For?”daki analizi Passy’den farklı bir düzeyde gelişecek fakat bir yerde birleşecektir. İlginç ve düşündürücü olacaktır tezi; Morris’e göre şiddetle barış veya savaşla barış arasında bilinenin tersine bir ilişki vardır; barış ancak savaş sayesinde mümkün olabilmektedir.
Hemen şiddete övgü düzmeden daha yakından bakmak gerekecektir teze; Morris’e göre savaş düzenlenmiş şiddettir ve organize olmuş şiddet düzenlenmemiş olandan daha az korkutucudur. Bu durumda en güçlüler daha zayıfları ezmekte, egemenlikleri altına almakta ve şiddet tekelini oluşturmaktadırlar. Bu gelişmeyi sağlayıp tekelini elinde tutabilenler düşmanlarına istedikleri şartlarla barışı dayatabilmekte ve egemen güç olarak savaş haline (bir süreliğine olsa da ) son verebilmektedirler. Şiddet tekelini de teknolojik gelişmeyi elinde tutanlar oluşturabilmektedir. Barış böylece ancak şiddet tekelinin olduğu yerde mümkün olmaktadır bu durumda.
Şiddet böylece paradoksal bir şekilde teknolojinin temel dinamiğini mi oluşturmaktadır sorusu bu aşamada kaçınılmaz olacaktır?
Teknoloji de bugünün veya “iktisadın dünyasının” ikiz kardeşi ise?
Şiddet, teknolojinin uygarlığı ve iktisadın dünyası arasındaki sarmal hazin bir şekilde Malraux’nun “insanlık durumunu” betimlemekte midir?
Bununla birlikte Morris, düşmanların tümüyle yok edilmesini sağlayan tarih öncesi dönemdeki savaşlara göre tarımsal ve yerleşik dönemle birlikte savaşın daha sağlam bir barışa yol açacağını ileri sürecektir. Bunu da barışın iktisadi karlılık açısından daha elverişli bir ortam yaratmasına bağlayacaktır.
Görülüyor ki Morris burada Passy ile buluşacaktır. Barış iktisadi açıdan savaş durumuna göre daha tercih edilir bir ortam oluşturmaktadır ikisi için de.
Peki, barış ekonomi için daha avantajlı ise iktisadın dünyasında bugün niye şiddet yapısallaşmıştır sorusuna cevabı, yukarıdaki soruların devamında şöyle arayabilir miyiz?
Bugün, Passy’nin öngörülerinin tersine ve Morris’in de analizlerine tam uymayan bir görüntü vermektedir. İktisadın düzeninin kışkırttığı açgözlülük-doymazlık ile teknoloji, uygarlığını oluşturmakta, fakat aynı zamanda kışkırttığı şiddet ve ürünü teknoloji daha önceki kimi tarihsel dönemlerde görüldüğü gibi devletlerin dahi denetimini aşmış görünmektedir.
Sonuç
Tarihte daha önce dönem dönem yaşanılan şiddet süreçlerinden biri yaşanmaktadır. Bugüne ait ise iki tane ayırt edici tespit yapılabilir. Bir tanesi Morris’in de belirttiği ile uyumlu olarak şiddetin salt büyük devletlerin denetiminden kaçmış olması ve tekelleşmesinin böylelikle kırılmış olmasıdır. İkincisi, bütün tarihsel dönemlerden farklı olarak iktisadın egemenliğindeki evrensel bir düzende yaşanıyor olmasıdır.
Şiddet ve hız birbirinin ikiz kardeşi olarak iktisadın dünyasının temel unsurları değiller midir?
Freud “sonsuz var olma isteğinin” insanı ve toplumları şiddete ve nihayetinde ölüme sürüklediği önerisi ile şiddetin insana içkin olduğunu anlatmaktadır.
Keynes, Rousseau gibi durmaksızın sahip olma duygusunun felakete yol açabileceğini görmüştür.
Rekabet ve alt etme duygusunun kışkırttığı sonsuz sahip olma duygusu bugünün çok başlı şiddetinin temel öğelerinden biri olmamış mıdır?
Temel bir paradoks insanlık tarihinin garip bir cilvesi olarak ortaya çıkmaktadır. Şiddet her anlamıyla tarihsel süreç içinde uygarlığı yaratmışsa bugün yapabileceğimiz tek şey organize olmuş bir şiddetle geçici bir barış oluşturmak mıdır ancak?
Tarihsel süreçler, barışın Morris’e göre şiddetle sağlandığını gösteriyorsa yapılabilecek bir şey kalmamış mıdır?
İktisadın şiddeti sonsuz sahip olmayı kışkırtmamakta mıdır?
Var olma sahip olma ile özdeşleşmemiş midir?
“Ben” var olmayı bu şiddetin çılgınlığında aradığında ve başaramadığında dinselin ve ulusalın mitlerinin yarattığı şiddetin titreşimlerinde mi teselliyi arayacaktır?