Hep aynı doğa, hep aynı tabiattır, kendi gidişatı içinde devam eden…
Montaigne
I- Trump Hayvanlardan ne ister?
Baba ve oğul Bush’u takip edecektir Trump’ta; onun için de şeytanla iş birliği yapmış toplumlar vardır. Bunlar kötünün yer üzerindeki simgeleridirler ve kimi zaman renklerine, kimi zaman toplumsal- iktisadi konumlarına, kimi zaman inanış biçimlerine göre bu nitelemeye layık görüleceklerdir. Burada bu normatif tanımlamanın doğal olarak nesnel veya yasal bir ölçütünün olması beklenmeyecektir. Başkanın kendi rengi, inancı ile toplumsal ve iktisadi konumu ‘iyinin’ doğal ölçütü olacaktır. ‘İyi’ olan toplumlar aynı zamanda ‘uygar’ da olacaklardır. Bu durumda ‘kötüler’ uygarlıktan da uzak kalmış olacaklardır. Kötülerin ‘iyiler’ tarafından zorla uygarlaştırılmaları, gereğinde cezalandırılmaları, meşru olmanın ötesinde bir görev bile olacaktır.
Belki çok eskilerden beri gelen ama mutlaka tek tanrılı dinlerde somutlaşıp güçlenecek olan bu eğilim modern zamanların tarihine damgasını vuracaktır.
Böyle bakıldığında Trump’ın yaklaşımının anlaşılmayacak bir tarafı olmayacaktır. Hiçbir bilimsel- felsefi ölçütü esas almayan bir dünya algısı içinde tüm evrene aslında kendinden menkul bir hiyerarşik sıralama içinde bakılacaktır. Tek tanrılı dinlerin çelişkisi modern zamanlarınki ile birlikte tüm söylemini boyayacaktır aslında Trump’ın; “Tanrı’nın öncelikli yaratığı”, insan, bu kez de yeni yeni (modern zamanlarda) keşfettiği aklı ile ne yapacağını bilmeyecektir. “Yaratılışın tercihlisi”, modern zamanların mağrur insanı haline de gelince kendi “dışında” kalanın var olma hakkı dahi onun kimi zaman aklına, kimi zaman insafına bırakılabilecektir.
Trump ile II. Felipe’den1 beri olan biten devam ettirilecektir aslında. Kendini uygarlığı yaymakla sorumlu görmüyor muydu büyük İspanyol komutan? Trump’ta aynı bayrağı taşıdığını düşünecektir muhtemelen. Evrenin tümü kutsalın buyruğunda ve modernin projesinde insanın egemenliğine bırakılmışsa, hiç kuşkusuz tabiatın bizzat kendisi ve kaçınılmaz olarak da üzerinde yaşayan canlı türleri de bunun dışında kalmayacaklardır; ‘kötüler’ ve ‘uygar’ olmayanlarla birlikte hayvanlar da medenileştirileceklerin arasında yer alacaklardır. Hiyerarşik sıralamaya dayanan bu büyük projede kutsalın istemi ile modernin aklı garip bir şekilde aynı noktada buluşacaklardır. Muhafazakâr ve inançlı! gazeteci Erick Erickson şöyle yazabilecektir: “İsa’ya ve Tanrı’ya inanıyorum. Onun için Tabiat Ana’ya değil, onlara dua ediyorum. Doğada iddia edildiği gibi bir tahribat varsa gereken önlemleri alacak olan ancak Tanrı’dır.”
‘Orta sınıfın’ bir anlamda, ‘ortalama insanın’ desteğinde iş başına gelen, projesini uygulamaya koyabilecektir artık; tabiata bile ait olmadığı düşünülen insan, ‘tercihli’ yaşama hakkını istediğince genişletmekte hiçbir sakınca görmeyecektir bundan böyle. Tabiat, üzerindeki bütün hayatlarla birlikte onun insafına ve aklına terk edilmişse o da gereğini yapacaktır.
Var olma hakkını modern zamanlarda ilginç bir ölçütle genişletecektir insan. Kutsalın verdiği sınırsız egemenlik hakkı modernin aklının başka bir arayışı ile birleşecektir. “Kutsal insan”, modern zamanların diğer büyük kutsalı, kârla ittifaka girecektir. Kâr, kendini yaşatmanın en masum aracı değil midir? II. Felipe’ye “uygar olamayan” yerliler niye bu altına tapıyorsunuz diye hayretle sorduklarında, imparator cevap bulamayacak; “bu da bizim hastalığımız” deyiverecekti.
Ama bu hastalık modern zamanların keşfettiği bir bilimin temel problematiğini de oluşturacaktır. Kâr, var olmanın sağlayıcısı olmayı aşıp, zaman içinde talanın ve doymazlığın masum dinamiğini de oluşturacaktır. Aklın ve nesnelliğin savunucusu olma iddiasını taşıyacak olan bilim, kimi zaman kendine dahi ihanet edebilecektir böylece.
Kutsal insan, kutsal kârı elde etmek için sahip olduğu evreni tümü ile talan edebilecektir bundan böyle.
Trump’ın iş başındaki ilk icraatlarından biri söylenenlerin turnusol kâğıdı olmayacak mıdır? Şöyle buyuracaktır; muhtemelen hem silah sanayicisine hem kutsal halka: “Ey yaşamını devam ettirmek isteyen insanlar! Bundan böyle Obama’nın getirdiği tüm sınırlamaları kaldırıyorum. Vahşi (uygar olmayan demek istiyor herhalde) hayvanları istediğiniz gibi ortadan kaldırabilirsiniz. Her türlü silahla (nükleer silahları kastetmemiştir umulur) ayıları, kurtları, çakalları, akbabaları ve aklınıza gelen tüm vahşileri yuvalarında, kış uykusunda ikenler bile, vurabilirsiniz. Bunun için teknolojinin (silah sanayicilerinin aklının keşfettiği) tüm araçlarını kullanabilirsiniz.”
“Kutsal Alaska” halkı da “yaşama hakkı”nı demokratik hakkı ile birleştirerek şöyle diyecektir: “Bu işi merkezi yetkililerin yapması yasaya aykırıdır. Kendi işimizi kendimiz planlamak istiyoruz.”
Bu demokratik yok etme hakkının kime ait olduğunu bilemediğimiz için bu konuda bir şey söylemek mümkün olmayacaktır. Fakat halkın kullandığı çene tuzakları ile öldürülen hayvanların günlerce acı çektiğini yine de belirtmek gerekecektir. Yanılmıyorsak bu şekilde öldürülen hayvanların etinin yumuşayıp daha lezzetli olduğu ileri sürülecektir.
Yasayı savunan senatör de “kutsal insan hakkını” şöyle savunacaktır: “Alaska’da yaşayan insanların, eti buzdolabında paketlenmiş yeme imkanına sahip olmadıkları düşünülürse, halkın bu isteğini anlamak son derece kolay olacaktır. Üstelik bu onların kültürlerinin bir parçasıdır.”
Oğul Trump, doğal olarak sıradan bir yaşam savaşının dışında kalmakla birlikte o da kuşkusuz halkı uğruna yüklendiği ağır politik görevinin gerginliğinden kurtulmak için Zimbabve’nin koruma altındaki ünlü aslanını2 bile vurabilecektir. Nedense eklemek isteyecektir sonra; ‘yaptığımdan hiçbir utanç duymuyorum’.
Ünlü kişiliğin etik bir açıklamaya neden gerek duyduğu pek anlaşılamayacaktır.
II- Hayvanları anlamamak…
Tabiata ve üzerindeki tüm yaratıklara, hayvanlara tümüyle hâkim olmak, onlarla ilişkisini sadece insan çıkarı ile sınırlamak, modern zamanların insan yararının kutsallığı tezinde kendini doğrulayacaktır. Bununla birlikte etik doğrulamasını da kutsalın buyruğunun yanında, hayvan türünün akıl ve duygudan tümü ile yoksun olduğu inancında bulacaktır.
Bu inanç II. Felipe’nin ilk karşılaştığında yerliler hakkındaki yargısından farklı olmakla birlikte, zaman içinde bu ikisi birbiri ile bütünleşecektir; insanların bir kısmı, hayvanların da tümü köleleştirileceklerdir. Tabiat da bu büyük sömürü ve kölelik düzeninden en büyük payı alan olacaktır.
Anlaşılacaktır ki, II. Felipe ile başlayan ve Montaigne’de somutlaşan yeni zamanlarda ‘tabiat artık kendi gidişatı içinde devam edecek olan’ değildir. Bütün farklılıkların diyalektiğini içinde barındıran büyük varlık, artık hiyerarşik bir sıralamada, insanın ve aklının egemenliğindedir. Spinoza’nın “insan bir imparatorluk içinde imparatorluk değildir” uyarısı çağın ‘büyük fatihi’, insan, tarafından unutulmaya bırakılacaktır. Modern zamanlarda insan, eylemi ile tek egemen, tek söz sahibi olandır.
Öte yandan kadim antropomorfizm3, hayvanların anlaşılmasına bir katkıda bulunmamıştı. İnsan merkezli (anthropocentrique) yeni dönemde ise bu tümden gereksizdir artık. Sonsuz insan çıkarlı arayışta, hayvan olsa olsa bir türdür. Tek tek ismi olmayan bu türün üyelerinin anlaşılmaya değer bir iç dünyası yoktur.
Kutsalın ve modern zamanların bu büyük tezine itiraz gecikerek de olsa insan soyunun bu kez gerçek onuru olarak, kuşkusuz başkalarının yanında, mesela Claude –Lévi Strauss’da somutlaşacaktır. Şöyle demeyecek miydi Strauss: “Kanaryaların ne dediğini anlamadıktan sonra, bu dünyaya dair bir şey bildiğimi söylemek anlamsız olur.”
Hayvanların dili ve duygularının anlaşılmaya çalışılması insan merkezli, insan çıkarlı bir bakıştan kurtulmayı gerektirecektir. Hayvanlara gitmek, onları anlamak, tabiata tümel bir bakışı gerektirecektir. İnsan merkezci (anthropocentrique) bir dünya terkedilmeye bırakılabilecek midir? İnançlarının ve ihtirasının dipsiz kuyularında kendini kaybetmiş insan buna hazır olabilecek midir?
Anlamak, empati kurmak için kendi bakış açısının dışına çıkmayı gerektirecektir. ‘Kendi’nin sarhoşluğundan ayılamayan için bu mümkün olabilecek midir?
Hayvanların tek tek yaşam öykülerinin olabileceğinin kabulü ve bunların insan optiğinden değil, hayvan gözünden yazılması ile ancak insan büyük bir dönüşüm başlatabilecektir. Duyguları olan yaratıklar olarak hayvanların, birer öz yaşam öykülerinin olduğu düşünüldüğü andan itibaren ancak insan, hayvana ve bu durumda tabiata daha eşitlikçi bakabilecektir.
Baratay ’da bu sürece katkıda bulunan isimlerden biri olacaktır: “Yapıtında X. Charles’a hediye yapılan zürafanın, savaş atı Warrior’un, matadoru yenen boğa Islero’nun ve başka ‘hayvan – bireylerin’ yaşam öykülerini, onların ağzında anlatmayı deneyecektir.” (Baratay, 2017)
X. Charles için Fransa’ya ilk olarak bir zürafa getirilmiştir. Mısır’dan Marsilya’ya uzun bir yolculuk yapmıştır zürafa. Yorgunluktan ölü gibidir. Ama varacağı yer Paris’tir ve Lyon’dan oraya kadar da yürüyerek gitmesi gerekecektir. Önce bu kentin sokaklarında teşhir edilecektir.
Şöyle anlatacaktır zürafa bunu: “Pencereden sarkan insanlar hayretler içinde boyumun uzunluğuna bakıyorlar, oramı buramı mıncıklıyorlar. Artık dayanamıyorum, öleceğim galiba. Yere uzandım. Bu kez bilim adamı olduğu söylenen insanlar geldiler. Merakla üzerime eğildiler. Her tarafımı çekiştiriyorlardı. Burnumdan kulaklarıma, oradan cinsel organıma, ayaklarıma varıncaya kadar her yerimi ölçmek, biçmek istiyorlardı. Sonra ölmemem için bana yemek vermek istediler. Ama yiyeceği onların alıştıkları gibi yere bıraktılar. Halbuki ben yüksekten yiyebilirdim. İnsanlar ise sadece kendi bildiklerinin doğru olduğunu düşünüyorlardı.”
Bu zürafa, insanların arasında bu kadar yaşayabildiği için yine de kendini şanslı bulacaktır. Birçok arkadaşı yakalanır yakalanmaz depresyon ve travmadan ölebiliyorlardı.
Zürafanın ölümünü Delacroix şöyle not edecektir: “Müzedeki bilim adamları onu görmeye geldiler. Paylaşamıyorlardı kendisini. İskeleti onlar için bir model olabilecekti. Organlarını çürümeden almak gerekiyordu. Alkol şişelerine konulduğunda, onları canlıymışçasına saklanabilecekti. Ölenin zürafalığı ve ölmesi değil, insan için ne ifade ettiği önemliydi anlaşılan.”
Warrior’u anlatacaktır daha sonra Baratay: Bir savaş atıdır, Warrior. İnsanın büyük kahramanlıklarında ve yenilgilerinde hiç sözü edilmeyen, depresyona girmeyen, psikolojisi olmayan, duymayan, işitmeyen, kısacası yaşayan ama Warrior olarak var olmayan bir savaş atı, bu kez kendi gözünden anlatılacaktır.
“Warrior çılgına dönecektir, ilk bomba yanı başında patladığında bu tanımadığı gürültü ile dehşete düşecektir. Daha sonra ama tam bir savaş atı olacaktır. Yanına bir gülle düşse bile soğukkanlılığını kaybetmeyecektir. Cesur bir attır o. Ve tabii bu tanım insana ait olacaktır. I. Dünya savaşı ise savaş atına ihtiyacı bitirecektir. İnsan için artık Warrior’un bu şekilde bir anlamı kalmamıştır. Çıkarı için onu başka bir şekilde kullanacaktır artık.”
Baratay daha sonra arenada ki boğa Islero’yu anlatacaktır: “Matadorla (öldüren demek) boğanın savaşında, kimse kendi iradesi dışında, bu savaşa katılan boğanın yaralarından bahsetmeyecektir. Boğa anlatacaktır mızrak darbelerinden sonrasını; boğa başını kaldıramıyor. Ağırlaşıyor başı. Her şey gözünün önünden siliniyor. Silikleşiyor dünya. Gücü kalmadı, avcıyı defetmek için boynuzunu kaldıracak gücü tükendi.”
Yazar devam edecektir hayvanın gözünden: “Boğa öldü, boğa tartılacak şimdi. Sonra kafası kesilecek. Parçalanacak. Arkasından matador – avcı ölecek.”
Boğa vahşetin simgesi mi?
“Ertesi gün boğanın evine gidilecek ve annesi öldürülecektir. Annesi bir canavar doğurmuştur çünkü. Oğlu bir kahraman, bir matador öldürmüştür. Sonra katil ve vahşi boğanın derisi yüzülecektir intikam için. Kesik baş Madrid’de bir lokantada teşhir edilecektir. Dünyanın dört bir tarafından gelinecektir seyir için.”
Yazara bir şey katmaya gerek yoktur. Madrid’deki lokantada herkes hayran olacaktır insan aklı ve gücüne; tabiatın gücüne diz çöktürülmüştür. Vahşi (hayvan) cezasını bulmuştur.
Mitolojiden ve tek tanrılı dinlerdeki anlatılarda sıkça başvurulan antropomorfik kaynaklar, hayvanların tanınmasına evet ama onların anlaşılmasına herhangi bir katkıda bulunmamıştı. Temel eksen aslında insandı. Yeni zamanlarda antroposantrizm insanı diğer yaratıklardan tümüyle koparacaktı. Rasyonel olma iddiasında olanın, diğer türleri de anlamak gibi bir vazifesi olmalıydı, modern insan buna yanaşmayacaktı.
“Bir Akademiye Rapor”unda Kafka da simgesel bir dille insanı maymunun ağzından betimleyecektir. Hüzünlü bir dille maymun önce yakalanışından başlar: “Yurdum Altın Sahili’dir. Nasıl yakalandığım konusunda, başkalarının raporlarına dayanmak zorundayım. Hagenbeck firmasından bir avcı grubu… Sahildeki ağaçlıkta pusuya yatmış beklerken, akşam üstü soydaşlarımdan bir sürünün arasına katılarak su içmek için sahile indim. Derken ateş edildi, içimizden bir ben vuruldum; iki kurşun yemiştim. Biri yanağımdan; bunun açtığı yara hafifti, ama geride kocaman ve kırmızı bir yara izi bıraktı, düpedüz bir maymunun uydurduğu, hiç de yakışık olmayan o iğrenç Rot Peter adını kazandırdı bu bana…
İkinci kurşun, kalçamın altında bir yere isabet etmişti. Açtığı yara ağırdı, şimdi bile biraz topallamam bu yüzdendir…
Kurşunları yedikten sonra Hagenbeck firmasına ait geminin ambarında bir kafes içinde gözlerimi açtım. Öyle dört tarafı parmaklıklı bir kafes değildi bu; bir sandığa tutturulmuş üç duvarı vardı sadece, sandığın kendisi dördüncü duvarı oluşturuyordu. Kafes ayakta durabilmek için fazla alçak, oturmak için fazla dardı. Bu yüzden, sürekli titreyip duran bacaklarımı karnıma çekip yere çömüyordum; öyle ki ilk zamanlar belki kimseyi görmemek ve hep karanlıkta kalmak istediğimden yüzümü sandıktan yana çeviriyor, parmaklığın çubuklarının sırtıma battığını hissediyordum. Vahşi hayvanların başlangıçta böyle muhafaza edilmesini insanlar yararlı görürler. Bunun insanlar açısından gerçekten yerinde bir önlem olduğunu ben de şimdi, edindiğim deneyimlerden sonra yadsımayacağım…
İnsanlara öykünmek o kadar kolaydı ki! Tükürmesini daha ilk günler öğrenmiştim. Giderek birbirimizin yüzüne tükürmeye başlamıştık; arada bir fark varsa, benim sonradan yüzümü yalayıp tükürüklerden temizlenmemdi, onlarsa bunu yapmıyordu…”
III- “Hayvansız” bir uygarlığa doğru mu?
Anlaşılmasına gerek duyulmayanın, var olmasına da gerek duyulmayabilecektir. Descola’da işaret edecektir; “insan merkezci (anthropocentrique) algı ile bireycilik küresel yaşamdaki uyumu yok etmiştir.” (Descola, 2005)
Birçok bilim insanı soykırıma (génocide) gönderme yaparak bugün tabiatın geri dönüşsüz olarak tahribine ‘écocide’ ismini takmışlardır. Evin, yuvanın yok edilmesi anlamına gelecektir bu kavram.
Varlığa hiyerarşik bakış bugün, Heidegger’in deyişiyle ‘hiper bireycilikte’ somutlaşacaktır. Yuva tahrip edilirken içinde yaşayanların bundan paylarına düşeni almamaları düşünülemeyecektir. Siyasetçiler ve kimi bilimciler bunun tersini durmaksızın vaat etseler bile.
Hayvanlar bugün bilim insanlarına göre ‘altıncı kez ve en büyük yok olma tehlikesi’ ile karşı karşıyadırlar. Maymunların 50 yıl içinde tümden yaşam sahnesinden çekilmeleri artık uzak bir ihtimal değildir. Son buluşlara göre 13 milyon yıldır bu ‘ev’ de var olanı, insan, 200 yıl içinde böylece yok edecektir.
Fransız devrimi kısa bir zamanlığında da olsa hayvanlarla uyum içinde bir var olma biçimi önermişti. 19. yüzyılda ırkçı politikalarla uyum içinde olarak bu tümüyle rafa kaldırılacak, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de ‘insanın sonsuz arzu’ arayışı içinde yaşanılanı dahi tahrip edecektir. İlginçtir uyum arayışı da yerini ‘dengeye’ bırakacaktır.
Kimi hesaplara göre insanlık, yılın dört ayını gelecekten ödünç alarak yaşamaktadır. Finans ‘bilimi’ bunun kaynaklarını yaratma becerisini gösterse de tabiat ve hayvan bilimciler borç alınan yerine yenisini koymayı başaramamaktadırlar.
Borçlanılan, yuvayı eksiltmekte, daraltmaktadır.
66 milyon yıl önce dinozorlar yok olmuşlardı. Bugün ve bu kez insan faaliyetinin sonunda, hayvan yaşamı alarm vermektedir.
Anlaşılmaya değer olmayan yok edilebilecektir.
Bilim insanları büyük bir erozyondan bahsetmektedirler. İnceledikleri türlerin yüzde 32’si yok olmanın eşiğindedirler. Şöyle uyarmaktadırlar: “Küçük bir penceremiz kaldı müdahale etmek için, en çok 30 yıl.”
Hatırlatmak gerekecek; kimi biyologlara göre yok olacaklarını hisseden bazı türler bunu önceleyip intihar ederler.
Akla takılmıyor değil ‘sonsuz ve tatminsiz arzusunun’ peşindeki bunu dahi düşünemiyor mu?
*Son Notlar
1- II. Felipe, İspanya İmparatorluğu’nun kurucusu.
2- Zimbabve’deki Hwange Ulusal Park’ta yaşayan ve koruma altında olan Cecil adlı aslan.
3- Antropomorfizm ya da insan biçimcilik, insanî vasıfların başka bir varlığa atfedilmesidir.
Kaynakça
Baratay, É. (2017), Biographies Animals, Paris: Le Seuil
Descola, P. (2005), Par-delà nature et culture, Paris: Gallimard